Atatürk Dinsizmiş Kafirmiş Din Düşmanıymış Diyorlar. Öyleyse okusunlar!

Dinsizmiş (!); kâfirmiş (!) 

“Mustafa Kemal Allah’a inanmaz.” 

“Mustafa Kemal Kur’an’a inanmaz.“

“Din düşmanıdır.” 

“Tam anlamıyla dinsiz, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e iftira atmaktan çekinmeyen bir kafirdir.“ 

“Laiklik adı altında din düşmanlığına yürüdü.” 

“Atatürk, ‘devletin dini olmaz’ ilkesini getirdi. Bunu yapana nasıl Müslüman denilir?”

Saldırıların nedeni -ki iftiraların içinde kendini gösteriyor- Atatürk’ün laik rejim kurmasıdır. Laik rejimle; yobaz takımının, dinden geçinenlerin, çalışmadan yaşam sürdürmelerinin önünün tıkanması, haksız kazanç edinmelerinin ve haksız nüfuz sahibi olmalarının önlenmesidir. Laik rejimde artık her yönden sömürecek kitle bulamayışlarıdır. Ana neden budur, diğerleri laftır, ama biz bazı konulara açıklık getirelim.

Din kişinin vicdanı ile ilgili bir konudur. Din toplumsal değil, bireyseldir, İslam dininin muhatabı da ulus, toplum, aile değil, bireydir. 

İslamda din özgürlüğü vardır. İslamda, “dinde zorlama yoktur.” Dinde zorlama olmayınca da, din seçmekte veya seçmemekte seçtiği dinin gereklerini yapmakta veya yapmamakta da zorlama yoktur. Dolayısıyla İslamda ve laik düzende inanç işi tamamen kişinin özgür iradesine bağlıdır. Bir başkasının, değil karışmaya, merak etmeye bile hakkı yoktur. Dini inancı ölçmeye, değerlendirmeye ise hiç kimsenin hakkı, yetkisi yoktur. Çünkü İslam, Tanrı ile inanan arasına girmeye hevesli üçüncü kişileri yasaklar. Dini, Tanrı ile kişi arasında tutar. Durum böyle iken, Atatürk’ün inanç dünyasına bakmaya çalışmamız, aslında hem laiklik, hem de din yönünden doğru değildir.

O’nun bu yönü tamamen kendisine aittir, gizli özel yaşamıdır (mahremiyetidir), kendi sorunudur. Bizleri hiç mi hiç ilgilendirmez. Ama üzülerek görüyoruz ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin demokratik, laik yapısını yıkıp şeriat düzeni getirmek isteyenler, önlerinde en büyük engel olarak Atatürk faktörünü gördüklerinden, öncelikle bu büyük engeli ortadan kaldırmak için, haksız şekilde O’nun inanç dünyasına yönelik yalanlar, iftiralar atıyorlar ve bununla yurttaşların gönlünden, dimağından Atatürk’ü silmeye çalışıyorlar. 

Hiç hakkımız olmadığı halde, dinden geçinenlere, din oyunu aktörlerine yanıt vermek için, Atatürk’ün inanç dünyasına değinmek zorunluluğu duyuyoruz.

Önce din istismarcılarının tuttuğu yolun, İslama karşıt olduğunu, Tanrı’nın insanları özgür kıldığını, din özgürlüğü verdiğini, İslamı yorumlamada tekelciliği yasakladığını, hiçbir kişiye bir başkasının inanç durumunu ölçme-değerlendirme yetkisi vermediğini ortaya koyalım. Koyalım ki, sözüm ona İslam adına sergilenen bu tutumun nasıl Tanrı’ya karşı gelmek, Tanrı’ya ortak olmak olduğu anlaşılsın, sahtekârlıkları ortaya çıksın. 

BİR KİŞİYE DİNSİZ DEMEK, TANRI’YA ORTAK OLMAK DEMEKTİR

İslam, İnsanı Özgür Kılmıştır

“Tanrı; insanlığın olgunlaştığına, dünya yaşamını kendisine verilen yeteneklerle düzenleyebileceğine kanaat getirdikten sonra son peygamberini göndermiş ve öğütlerini son ve eksiksiz kitap olan Kur’an ile iletmiştir. İslam’la birlikte insanlık, dünya yaşamını düzenlemede yararı, zararı kendine ait olmak üzere serbest kılınmıştır.”

Bu tespit Atatürk’ündür. Şimdi, insanın özgür kılındığını Kur’an ile de kanıtlayalım:

“Size Rabbinizden basiretler (gerçekleri anlama, kavrama yetenekleri) verildi. Artık kim hakkı (iyiyi-kötüyü, eğriyi-doğruyu) görürse kendine, kim de körlük ederse kendi zararınadır. Ben, sizin üzerinizde muhafız (koruyan, kollayan) değilim.” (En’am/ 104)

“Ey iman edenler! Peygamberinize raina (çobanımız) demeyin. ” (Bakara/ 104)

Her iki ayet insanın hür olduğunu belirtiyor; verilmiş olan yeteneklerle, akıl ve iradesiyle yaşamını düzenlemesini belirtiyor. Yani “hürsün, serbestsin” diyor. İkinci ayetle “raiyye” yani davar sürüsü olmayı ve çobanlığı yasaklıyor. “Din adına seni kimse güdemez” diyor. Özgürlük veriyor.

Yaratanın insanı dünya yaşamında özgür kıldığını kanıtlayan ve din adına başkasına bağımlı olmadığını vurgulayan birkaç ayet daha verelim:

“Kim doğru yola gelirse, kendisi için gelmiş, kim doğru yoldan saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Kimse, kimsenin günahını çekmez.” (İsra/25)

“Kimse başkasının yükünü taşımaz.” (En’am/ 164)

“Hiç kimse başka birisinin günahını yüklenmez.” (Necm/38)

Görüldüğü gibi Tanrı katında, herkes yalnız kendisinden sorumludur. Yani din adına sığınacağı, kendisini teslim edeceği, izinden gideceği ikinci kişiler yoktur. Tarikat şeyhleri, şıhlar, imamlar yoktur. Yaptıklarından, yapmadıklarından kendisi sorumludur. Bu nedenle din, Tanrı ile kişi arasındadır. Arada üçüncü kişiler yoktur. Sorumlulukta bireysellik vardır, kolektiflik yoktur. Sorumlulukta kolektiflik olmadığına, kişi sadece kendinden sorumlu olduğuna göre, bir kez daha görüyoruz ki, din kişiyi dünya yaşamında özgür bırakmıştır. Özgür bırakmamış olsaydı kolektif sorumluluk düzeni getirirdi. Dolayısıyla İslam dini bireye yöneliktir, muhatabı bireydir. Bir kişinin inanç-ibadet durumu, bir başkasının ilgi, etki ve yetki sahası içinde degildir. İnanmış-inanmamış, yapmış-yapmamış olması bir başkasını hiç mi hiç ilgilendirmez. 

Neye göre? İslam dinine göre. İslam, insanı özgür kılmış olmasına rağmen, bazılarının çıkıp insanları manevi baskı altına alıp din adına yönetmeye kalkışmaları, bunu kabul etmeyenleri dinsiz, kâfir şeklinde suçlamaları –Atatürk’e yaptıkları gibi–acaba neyin işaretidir? Her şeyden önce Tanrı’ya karşı gelmedir. Tanrı bile insanları yönetmek değil, yönlendirmek amacındadır. Bakınız:

“Bize düşen sadece doğru yolu göstermektir.” (Leyl/ 12)

“Yolun doğrusunu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.” (Nahl/9)

Görüldüğü gibi Tanrı, herkesi doğru yola getirmek için zorlayıcı ve yapısal bir düzen getirmeyi dilememiş; dilediği, yeryüzünde kendine halife kıldığı (Bakara/30), akıl ve irade ile donattığı insanları düşünce, davranış ve eylemlerinde özgür bırakmaktır. Kendisiyle birey arasına üçüncü kişileri sokmamaktır.

İslam’ın gerçeği bu iken, hiçbir kişi, İslam adına, bir başkasına yönelik ahkâm kesemez. “Müslümandır, dinsizdir, kâfirdir” diyemez. Atatürk için ise hiç diyemez, nedeni üzerinde ayrıca duracağız.

İslam, Din Özgürlüğü Verir

İnsanı dünya yaşamını düzenlemede özgür bırakan islam, aynı serbestliği inanç dünyası için de verir. Bir dini seçmekte veya seçmemekte, seçtiği dinin gereklerini yerine getirmekte veya getirmemekte “zor” istemez. Bireyleri serbest bırakır. Bir başkasının zorlamasını yasaklar 

“Dinde ikrah (zorlama) yoktur.” (Bakara/256) 

Peygamber zor kullanmış olacak ki birkaç kez O’nu da uyarır:

“Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi kesinlikle inanırlardı… Durum böyle iken inanmaları için insanları sen mi zorlayacaksın.” (Yunus/199)

“Öğüt ver, çünkü sen ancak bir öğütçüsün. İnsanlar üzerine musallat (rahatsız eden, ısrar eden) değilsin.” (Gaşiye/l 88)

Zorlamayı yasaklayarak dinde de özgürlük veren Tanrı, başka dinlerin varlığını da kabul ediyor ve sınamak için o yolları açık tuttuğunu belirtiyor:

“Eğer Allah dileseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı. Verdikleriyle sizi denemek için tek bir ümmet yapmadı.” (Maide/48)

“Sizin dininiz sizin olsun, benim dinim bana yeter.” (Kâfirun/ 109)

“Eğer Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet haline getirirdi.” (Hud/ 118,119)

”Her ümmetin bir yönü ve yöntemi vardır ki, ona doğru yönelir. Öyleyse hayırlı işlerde birbirinizle yarışın.” (Bakara/148)

Dinde zorlamayı yasaklayıp, başka dinlerin varlığını kabul ederek din özgürlüğü veren Tanrı, Müslüman olanların dışındakilere acaba nasıl bakıyor? Siyasal İslamcıların düşman görme, kâfir görme anlayışlarına olur veriyor mu?

“Müminler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden kim Allah’a ve ahiret gününe inanır ve iyi hareketlerde bulunursa onların Rableri katında elbette mükâfatları olacaktır. Onlara bir korku da yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.“ (Bakara/62)

Görüldüğü gibi Tanrı, Müslüman ile diğer dinlere mensup olanları farklı görmüyor, farklı muamele edeceğini söylemiyor. Müslümandan istediklerini, onlardan da istiyor. Müslümana vaadettiklerini onlara da vaadediyor. En önemli koşulu da iyi işler, yararlı işler yapmak.

İslamın gerçeği bu iken, hiçbir kişi İslam adına “kişileri ve olayları değerlendirirken ölçü İslam’dır” esasını güdemez. Kişileri değerlendirirken ölçü, dini inancı değil, yaptıklarıdır. Tanrı dahi yapılanları ölçü tutmaktadır. Dini inancı ölçü tutma hakkı ve yetkisi ise İslama göre sadece Tanrı’dadır.

O halde Atatürk’ü değerlendirirken ölçü; dini, dîni inancı değil, yaptıklarıdır, yaptıkları olmalıdır. Yaşayan kuşakları ilgilendiren, dini istismar aracı olarak kullanmayan saf Müslümanı, O’nun dini değil, yaptıkları ilgilendirmelidir. Atatürk’ün inanç dünyası üzerinde ayrıca duracağız; ancak bu bölümde, O’na dinsiz, kâfir demenin İslami açıdan doğru olmadığını, buna kişilerin hakkı, yetkisi olmadığını ortaya koymuş olduk.

Kişinin Dini İnancı Sorgulanabilir, Değerlendirilebilir mi?

Sorgulama ve değerlendirme için her şeyden önce buna yetkili, buna yeterli kişi, makam, kurum gerekir. İs lamda böyle bir kişi, kurum var mı? Yani bir kişi hakkında, Müslüman, Müslüman değil, kafir, cennetlik, cehennemlik, günahkar vb. gibi konularda karar verebilecek bir kişi? 

Elbette yok. İslamda kişiler, Tanrı katında eşittir. Hiçbir kişinin dinden kaynaklanan ayrıcalıklı bir hakkı, yetkisi ile unvanı, payesi, rütbesi ve görevi yoktur. 

Dinsel inanç ve ibadet konusunun değerlendirilmesi, Tanrı’nın tekelinde tuttuğu bir konudur. Arada aracı yoktur. Tanrı Kehf/51’de aracı kullanmadığını belirtir. Hatta, Hıristiyanlıkta dinin gereğiymiş gibi bilinen ruhbanlığın din dışı olduğuna işaret eder:

“Üzerlerine gerekli kılmadığımız halde, Allah’ın rızasına erişmek için, ruhbaniyeti din adına icat edip ortaya çıkardılar.”(Hadid/27)

Kur’an’a göre dinin, bir tek sahibi vardır. O da Tanrı’dır:

“İyi bilin ki, arı din yalnız ve yalnız Allah’ındır.” (Zümer/3)

Dinin tek sahibi olan Tanrı, kendisinin dışında bir başka şefaatçıya da olur vermemekte, kişilerden bir başka şefaatçi peşinde koşmamalarını istemektedir.

”Yoksa Allah’tan başka şefaatçılar mı edindiler? De ki; şefaat tümden Allah’ındır.” (Zümer/43, 44) ‘

Şefaat; Türk Dil Kurumu sözlüğünde şöyle açıklanır:

“Birinin suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getirilmesi için o kimseyle bir başkası arasında yapılan aracılık, özellikle de Tanrı ile kul arasında yapılan aracılık.“

Bu açıklamadan sonra yukarıdaki şefaat ayeti daha iyi anlaşılıyor ki dinle ilgili herhangi bir konuda Tanrı ile kul arasında hiçbir şekilde aracı yoktur. Din temsilcisi yoktur. Din temsilciliğine soyunanlar, yani Tanrı’ya ortaklığa kalkışanlar için;

“Kitlelerin malını, emeğini ‘Sizi Allah’a götüreceğiz’ diyerek çeşitli oyunlarla yiyenler…” (Tövbe/34) denilerek ağır suçlamalar getirilir.

Görüldüğü gibi İslam dini aracısız bir dindir. Sadece Tanrı ile kul arasındadır. Üçüncü kişiler yoktur. Dolayısıyla bir kişi Tanrı’nın yetkisini kullanarak bir başkası için dinsel açıdan değerlendirme yapamaz. 

Yani “dinsizdir, kâfirdir” diyemez.

Böyle demek, Tanrı’ya ortaklık iddiasında bulunmak demektir. Dolayısıyla Atatürk hakkında, dini inancı hakkında bir yargıya varmak hiçbir kimsenin takdirinde değildir.

İslam, İslamı Yorumlamada Tekelciliği Reddeder

İslam, Tanrı ile kul arasında bir gönül bağıdır, kişinin vicdanına kalmış bir inançtır, aracılığı ve üçüncü kişileri yasaklayan bir dindir. 

Arada üçüncü kişi olmayınca da her inanan, dinini anlamada, yorumlamada kendi başınadır. Bir başkasınınkine bağımlı değildir. Yani dini yorumlamada tekelcilik yoktur. Herkes, dinin ana kaynağı olan Kur’an’ı anlama, yorumlama hakkına sahiptir.

İslamın öngördüğü bu hak ve özgürlük içerisinde, Atatürk de, hem kişi olarak, hem de devlet kurucusu olarak Kur’an’ı yorumlamış ve önemli tespitlerde bulunmuş ve tespitlerini de açıklamıştır.

Bu tespitlerine katılınır, katılınmaz. Bu da başkasının hak ve özgürlüğüdür. Burada esas, kanıtlar olmalıdır. Kanıtsız kanıya ulaşılmamalıdır. Kanıtlara rağmen katılmamak da o kişinin sorunudur. Ancak katılmayınca, dinsel bulgularından dolayı, bu büyük insana “dinsiz, kâfir” demek hiçbir kişinin hak ve özgürlüğü içerisinde değildir. Böyle bir yargı, inanan birisi için yalnız Tanrı’nın tekelinde, yetkisindedir. Aksi, Tanrı’ya ortak olmadır.

Atatürk’ün dinsel bulgularını, iki başlık altında görmek uygun olur. Birisi kişi olarak, birisi devlet kurucusu olarak. Kişi olarak bulguları kendisini bağlar, başkasını ilgilendirmez, tamamen Tanrı ile kendisi arasındaki bir konudur. Devlet kurucusu olarak olan dinsel bulguları ise başkalarını da ilgilendirebilir. Bu nedenle bazı örnekler verelim.

ATATÜRK’ÜN DİNLE BAĞI

Devlet Kurucusu Olarak Atatürk’ün Dinsel Bulgularından Örnekler

“…Bugünkiü idaremiz (laik, demokratik cumhuriyet rejimi) asıl dinin ruhundan alınmıştır ve gerçek İslamiyet bize asıl bugünkü şekli emreder.”

“(Tanrı) Peygamberimiz aracılığıyla en son dini ve uygar gerçekleri verdikten sonra artık insanlıkla aracı ile temasta bulunmaya gerek görmemiştir. lnsanlığın kavrayış derecesi, aydınlama ve olgunlaşması sayesinde her kulun doğrudan doğruya tanrısal düşüncelerle temas kabiliyetine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki, Peygamber, Peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en eksiksiz kitaptır.”

“Bizim dinimiz hiçbir şekilde kadınların erkeklerden geri kalmasını istememiştir. Allah’ın emrettiği şey kadın ve erkeğin beraber olarak her şeyi eylemesidir… Kadınlar sosyal hayatta erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve koruyucusu olacaklardır.“

“Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir… Bu esas milletçe Kur’an hükmü derecesinde önemlidir. Çünkü Kur’an hükümleri dahi bunu gerektirmektedir.”

“Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, bilime ve mantığa uygun düşmesi gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.“

“Din, Allah’la kul arasındaki bir bağdır.”

“Din bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir.”

“Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi ne bir din, ne de mezhep kabulüne zorlayabilir.”

“Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf olarak varlığını korumaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini hükümlere uygun hareket etmiş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin gereklerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz.”

“Kur’an hükümlerine göre, hükümetin yalnız esasları ifade olunmuştur. O esaslar şunlardır: Meşveret (Meclisli yönetim), adalet, ululemre (devlete, yasalara) itaat.”

“Dinde, hilafet denilen şey yoktur.”

“Bizim dinimiz için herkesin elinde bir değer ölçüsü vardır. Bu değer ölçüsü ile herhangi bir şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, toplum çıkarına uygundur, biliniz ki o dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milli çıkara, İslamın çıkarına uygunsa kimseye sormayın, o şey dinidir.”

“Ulu Tanrı, Kur’an’ı Keriminde (Peygambere) emirlik, saltanat ve taç vermiş değildir. Hükümdarlık vermiş değildir. Peygamberlik vazifesi ile göndermiştir.”

“Allah dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar yararlansın, varlık içinde yaşasın diye yaratmıştır ve en büyük ölçüde yararlanabilmesi için de bugün evrenden esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir.”

“Hukuki hükümler zaman ve ortam içinde toplumların uğradıkları değişikliklere göre değiştiklerinden, on dört yüzyıl önceki zamanın ve ortamın ihtiyacına göre lüzumlu ve yeterli görülmüş olan esaslar yerine, bugün birçok çeşitli kanunlar ve usuller konulması zorunluluğu görülmüştür. Bunlar bile kalıcı olmayıp, zamanla değişmeye mahkumdurlar.”

“Her yetişkin (reşit) dinini seçmekte serbesttir.”

“Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”

“Her şeyden evvel şunu, en basit bir dini gerçek olarak bilelim ki, bizim dinimizde bir özel sınıf yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din, tekelciliği kabul etmez. Mesela din bilginleri; aydınlatmak vazifesi mutlaka bu bilginlere ait olmadıktan başka, dinimiz de bunu kesinlikle yasaklar… Dini gerçekleri halka öğretmek için, mutlaka ilmi kıyafet (hoca olmak) şart değildir. Bizim yüce dinimiz, her Müslüman erkek ve kadına araştırmayı farz kılıyor ve her Müslüman, bu dine bağlananları aydınlatmakla vazifelidir.”

“Bizi yanlış yola sevk eden habisler (soysuzlar) bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir.”

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Biz burada Atatürk’ün din hakkında düşüncelerini değil, devlet rejimini ilgilendiren bulgularını aldık. Ve bunların hepsi Kur’an ayetleri ile kanıtlanabilmektedir. Kanıtlama üzerinde, ikinci çalışmamızda duracağız ama burada diyeceğimiz; Atatürk İslam dinine hâkim, ayrıntılı incelemiş, bilirim diyenden de iyi bilen birisi. Bulguları son derece önemli. Anlaşıldığı gibi devlet rejimini, dinin ruhuna, gerçek İslamiyet’e taşıyan bir devlet kurucusu. Durum böyle iken, bu büyük insana nasıl din düşmanı, dinsiz, kâfir denebilir?

Atatürk’ün İslam Dinine Hizmetleri

İslam dininin ruhunu anlamış yerli-yabancı bilim adamlarının Atatürk hakkında birleştikleri ortak kanı, Peygamber’den sonra islamiyete en büyük hizmeti yapmış kişi olduğudur. Neler yapmıştır ona bakalım, ki “Bunları yapan kişi İslam düşmanı, din düşmanı olur mu?” diyelim: 

*Kur’an’ı ilk kez olarak Türkçeye çevirtti, bastırdı ve ücretsiz dağıttırdı. “Ben Müslümanım“ diyen Türk insanı dinini anlamaya başladı (1927 İsmail Hakkı İzmirli’nin çevirisi)

*Kur’an’ın bilimsel tefsirini yaptırdı, bastırdı ve ücretsiz dağıttırdı (“Hak Dini Kur’an Dili” ismi ile 1936’da, Elmalılı Hamdi Yazır).

*Sağlam hadislerin çevirisini yaptırdı ve aynı şekilde halka ulaşmasını sağladı (1932, Ahmet Nâzım, Kâmil Miras).

*Arapça okunan, dinleyenin anlamadığı hutbe okuma işini Türkçeye dönüştürdü (1932).

*Ezanı Türkçeleştirdi (1932).

*Camilerin din görevlisi ihtiyacını karşılamak için imam-hatip okulları açtı.

Bunlar; halkın din adına sömürülmesini önlemek, ruhbanlıktan daha zararlı duruma gelmiş olan dinden geçinenlerin ellerini halkın yakasından çektirmek ve “Ben Müslümanım” diyenin aracısız, tefecisiz Tanrı ile gönül bağını kurması için yaptıklarıdır. Yani Kur’an’ın öngördüğü şekilde Tanrı-kul ilişkisinin gerçekleştirilmesidir. Bunların dışında, bir de dinin öngörülerini devlet hayatına taşıması vardır ki, bunlar da dine hizmeti olarak görülebilir:

*Saltanatı kaldırması.

Kur’an’da saltanat ve benzeri monarşik idareler yasaklanmıştır.

*Ulusal egemenlik sistemini kurması.

Tanrı’nın isteği de budur.

*Hilaleti kaldırması.

Dinde halife, hilafet yoktur. Dinden kaynaklanan bir sistem, makam değildir

*Demokratik sistem kurması.

Özgürlük, eşitlik, çok seslilik, katılımcılık ve ulusal egemenlik unsurlarına dayanan demokratik sistem, Tanrı’nın insanları yönlendirdiği ve istediği sistemdir. 

*Cumhuriyet rejimi kurması.

Demokratik ve laik cumhuriyet rejimi, İslamın gereğidir. 

*Laik sistem kurması. 

Dinin isteği laik sistemdir. 

*Kadınlara insan kimliklerini iade etmesi ve erkeklerle eşit duruma getirmesi. 

Dinin isteğidir.

*Tarikatları, tekke ve zaviyeleri kapatması.

Dini yozlaşmaktan, ruhbanlardan, insanları sömürülmekten kurtarmak ve dinden geçinen bedavacıları aradan çıkarmak için yapmıştır. Dinin gereğidir.

Bu listeyi, alt konu başlıklarını ve toplum yaşamına kazandırdıklarını da ekleyerek daha uzatabiliriz. Şimdi soralım: İslamın gerçek ruhunun anlaşılmasını sağlamaya çalışan, İslamın isteklerini devlet ve toplum hayatına taşıyan mı din düşmanı olur, yoksa İslamı tekeline alan, İslamın şiddetle reddettiği şeriat, saltanat, hilafet düzeni peşinde koşan mı İslam düşmanıdır?

Atatürk’ün Kişi Olarak Dinle ilişkisinden Örnekler

Örnekleri vermeden bir konuyu tekrarlayalım: Hem dinin, hem de laikliğin bir gereği olarak bu yaptığımıza hiç hakkımız yok. Her yönden çizmeyi aşıyoruz. Atatürk, dinli de olabilir, dinsiz de; o dinden de olabilir, bu dinden de. Bu kimseyi ilgilendirmez. Ama düşünceye düşünceyle karşı koymak, yalanları yüze vurmak için birkaç örnek vereceğiz: 

“…Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum.”

”Din vardır ve lazımdır.”

Çanakkale muharebelerinde Atatürk’ün emrinde çarpışan, Atatürk Anafartalar Grup Komutanı olunca O’nun yerine 19. Tümen Komutanı olan Albay Şefik Aker:

“8/9 Ağustos (1915) gecesi bana 19. Fırka Komutanlığını teslim edip Anafartalar Grubu Komutanlığına idareye giderken, Atatürk benim sol yanımda idi. Ağzından çıkan bir fısıltı dikkatimi çekti. O’nun selamet ve başarı için Allah’a fısıltı ile niyazda bulunduğunu görmüş ve anlamıştım.”

Atatürk günlük tutan bir liderdir. Gençliğinden itibaren bu alışkanlığını hep sürdürmüştür. Elde kalan günlükleri zaman zaman kitaplaştırılmaktadır. Kurtuluş Savaşında Büyük Taarruza hazırlık döneminde Ankara’dan Batı Cephesine gider. Birlikleri denetler, hazırlık durumunu yerinde görür. İşte bu günlerde, günlüğüne yazdıklarından konumuzla ilgili birkaç örnek:

“9 Mart 1922, Perşembe, Sivrihisar

…Saat 8’e doğru (akşam) İsmet Paşa geldi. Evvela yemek. Yemekten sonra 10 Mart için program kararlaştırıldı. Siyasi durum hakkında bilgi verdim. Ondan sonra hafıza Kur’an okuttuk. Gece rahat ve yeterince uyuyamadım… (sağ böbreğinden rahatsızdır.)” 

“10 Mart 1922 Cuma. Aziziye

Saat 5 (akşam) Aziziye, yorgunluk hissettim… Bir saat kadar uyudum. Sonra vücudumu süngerle sildim. Yeterli istirahat etmiştim. İsmet, Yakup Şevki ve Selahattin Paşalar gelmişlerdi. Beraber yemek yedik. Bazı telgraflar gelmişti, gördüm. Hafıza Kur’an okuttum. Saat 10’da gittiler. Benim notları yazıyorum. Biraz kitap okuduktan sonra yatacağım. Yarınki planımız 3 tümenin teftişidir.”

“17 Mart Cuma, Akşehir

…Tayyare bölüğünü teftiş. Fazıl Bey ve diğer bir pilot uçtu. Fransızlardan alınan 14 tayyare Adana’ya gelmişti… İki tayyare uçurmak istedik. Motorları işletmek güç oldu. Biri uçabildi.

Karargâha dönüş. Saat 8’e kadar yalnız kaldım. Mustafa Abdülhalik Bey geldi. Hafıza Kur’an okuttuk. İsmet Paşa da geldi. Yemekten sonra gittiler. Ben de yattım. Saat 11. Çok fırtına vardı. Bugün çok limonata bağırsaklarımı ağrıttı, rahatsızım.”

“20 Mart Pazartesi, Akşehir

Müdafaa-i Hukuk heyeti, İhsan, Fahrettin Paşalar geldi.

İhsan Paşa (Ali İhsan Sabis) şikâyet etti. Haksızdır. Açık konuştum. Otomobille gezdim. İsmet Paşa’ya gittim. Beraber bize geldik. Fahrettin (Altay) Paşa ve kurmayını yemeğe davet etmiştim. Hafıza Kur’an okuttuk.”

“24 Mart Cuma. Akşehir 

Mütareke teklifini Celal Bey bildirdi. Cuma namazında hafız Ulucami’de mevlüt okudu… Gece yarısından sonra saat 5’e (sabah) kadar Ankara’da Bakanlar Kurulu ile görüşme yaptım…”

Atatürk’ün bu notlarının üzerine aslında fazla söze gerek kalmıyor. Ancak şunun vurgulanması yararlı olacak: Atatürk, inancı ile ilgili bu yaptıklarını basının önünde, kameralar önünde veya dini kullanarak etkilemek istediği bir kitle önünde yapmıyor. Bütün sadeliği ile bir-iki arkadaşı ile yapıyor.

Bu notlardan sonra yeminli Atatürk düşmanlarının doğruyu görmelerini ümit ederiz.

Sonuç

Bizi ilgilendiren bir konu olmadığı için; kim olursa olsun insanlara bakışta ölçünün dini inanç değil, insani nitelikler ve yurttaşlık görevinin yapılıp yapılmaması olduğu için, biz bu konuyu bir sonuca bağlamıyoruz. Hakkımız olmadığını düşünüyoruz.