Atatürk Bu Aşçının Kulalığını Niçin Çekmişti?
2 Temmuz 1951 tarihli Akşam Gazetesi’nden Cemaleddin Bildik haberi:
“-Sağ omuz başımdan bir el uzandı, kulağımı yakaladı ve başımı çevirip kim olduğunu görmeme fırsat vermeden de sordu:
‘-Ne yemeklerin var bakayım?’
Başımı döndürünce bir de ne göreyim Atatürk değil mi?”
Bu defa sual sorma sırası bana gelmişti:
-Ne yaptınız sonra?
“-Korkudan yüreğim ağzıma geldi sandım. Meğer maksat yüzümü kendine çevirmekmiş. Çarçabuk toplanarak başladım saymaya: Pilav var, fasulye var, et var, meyve var…
Atatürk tencerelerin kapaklarını açtı, yemekleri şöyle bir gözden geçirdikten sonra:
-‘Bana’, dedi, ‘cızbız yapabilir misin?’
-Emredersiniz Paşam. Hem de âlâsını… On dakika sonra takdim edebilirim.
-‘Peki’, dedi, ‘cızbız yap! Pilav ve biraz da kuru fasulye ile birlikte yukarıya getir.'”
Beyazıt’ta yeni açılan Özbek lokantasındayım ve ahçıbaşı Mehmet Yıldır ile konuşuyorum. Mehmet Yıldır, Atatürk’ün vefatı tarihine kadar 12 yıl müddetle Cumhurbaşkanlığı mutfağında yemek yapmış, sonra Beyoğlu ve İstanbul Akşam Sanat okullarında yemek pasta hocalığına geçmiş… Şimdi de Özbek lokantasının baş ahçısı.
Atatürk hakkındaki her hatırayı enteresan bulduğum için:
-Usta, dedim, Atatürk ara sıra mutfağa iniyordu demek?
“-İnerdi! Bilhassa geceleri arkadaşları gittikten sonra iner, ne yemekler bulunduğunu sorar, beğendiklerini not ettirerek tepsi içinde yukarıya çıkarmamı emrederdi. Fakat o kulağımdan çektiği gece, benim Çankaya Köşkü’ne girmemin üçüncü veya dördüncü günüydü ve Atatürk’le mutfakta ilk defa karşılaşıyordum. Sonra gördüm ki Atatürk ara sıra mutfağa iniyor, arzu ettiği yemekleri istiyordu. O gece emrettiği cızbızı, pilavı ve kuru fasulyeyi tepsi içinde yatak odasına çıkardım. Rahmetli eti, sulu yemek halinde değil, cızbız ve ızgara olarak severdi.”
-Atatürk’ün kuru fasulyeyi de çok sevdiği doğru mudur?
“-Doğrudur. Şimdi tarihini pek hatırlayamayacağım. ‘Diyarıbekir’in adını ‘Diyarbakır’ olarak değiştirdiği gündü. Bu seyahatimiz 9 gün kadar sürmüştü. Aksi olacak, fasulyemiz kalmadı. Oralarda iyi kuru fasulye de tedarik edemedik. Lâkin Atatürk yemekler arasında kuru fasulye görmeyince:
‘-Hani kuru fasulye?’ demez mi?
Her ne kadar: ‘Paşam! Bitmişti, bulduramadık’ cevabı verildiyse de:
‘-Amma da yapıyorsunuz! İstediğim bir kuru fasulyedir. Severim mübareği, bulunmaz olur mu?’ dedi.
Atatürk kuru fasulyeyi cidden çok sever ve her sofrasında onu arardı.”
Öğrendiğime göre bu lokantayı açan da matbaacı Murat Doğan Erkmen ile fotoğrafçı Tokman’dır. Her halde bir kaç gazetecinin lokanta açmalarından sonra bu işe matbaacılar da merak sardırmış olacaklar… Fakat benim asıl merak ettiğim şey, lokantaya ‘Özbek’ ismi verilemesi… Ahçıları Mehmet Yıldır’a soruyorum:
“Özbek pilavı, patlıcan böreği, tel kadayıfı, erişte baklavası, patlıcan musakkası pek meşhurdur ve nefaseti itibarı ile bizimkilerden çok farklı ve apayrı bir hususiyeti olan yemeklerdir. Lokantamızda saydığım yemekleri de vereceğimiz için ‘Özbek’ ismini muvafık bulduk” diyor.
Sonra yine Atatürk hakkındaki hatıralarına dönüyorum:
-Atatürk sabah kahvaltısı yapar mıydı?
“-Yapardı amma,” diyor, “öyle tereyağı, ekmek, süt, reçel, peynir vesaire değil. Uyanınca bir bardak ayran ister, onu içtikten sonra biraz da meyve getirilmesini emrederdi. Atatürk, fasulyeyi sevdiği kadar ayranı da severdi. Hâttâ seyahatlerimizde ayran hiç ihmal etmediğimiz bir şeydi.”
Atatürk aleyhtarlarına karşı içinde daimi bir kin beslediğini bu arada söyleyen Mehmet Yıldır:
“-Hani,” diyor, “o heykellerini ve büstlerini parçalamak isteyen, adlarına da Ticani tazupları elime verseler, didik didik dider, parçalarım. Ammaa, yine de öfkemi almış olmam ki…’Atatürk müstebit idi, Atatürk’ü kararından hiç bir kuvvet döndüremezdi’ diyenlere zaman zaman rastlıyorum da kan tepeme fırlıyor, şaşıyorum. Bahsettiğim Diyarbakır seyahatimizde idi. Atatürk için şehirde gayet güzel ve zengin bir büfe hazırlanmıştı; oraya davet ettiler. Tam yola çıkıldı, büfenin bulunduğu yere doğru gidilirken koşarak bir memur geldi ve trenin hareketine on dakika kaldığını söyledi. Atatürk hiç itiraz etmeden derhal döndü ve trene girdi. Şimdi düşünelim: Şayet Atatürk müstebit ve kararından döndürülemez olsaydı, treni ‘hususi katar’ olduğuna göre ‘beklesin’ diyemez miydi? Atatürk müstebit olsaydı büfeye gitmek üzere iken yola çıktığı halde dönemeyeceğini söylemekte tereddüt mü ederdi? Bana kalırsa, Atatürk, her şeyden evvet mâkul insandı. Mâkul her fikri, kararından dönmek pahasına da olsa, kabul ederdi. Müstebitlik nerede, Atatürk nerede…