Asım Us

“Atatürk’ün önünde eğildiği tek büyük varlık, Türk ulusunun kendisiydi.” 

“Atatürk, büyük felaketler karşısında yalnız kendisi umutlu olarak kalmamış, bütün Türk ulusu için de umut kaynağı olmuştur.” 

“O’nun affedemediği tek şey milli hainliktir.” 

Bu sözler, Atatürk’e yakınlığı ile bilinen ve O’nun büyük eserinin yapılışını yaşamış bir kişi olan, Asım Us’undur…

Ve yine Asım Us, anılarında şöyle diyor: 

“O’nunla her görüşmede, sözlerini her işittiğimde yeni bir şeyler öğrendim, her defasında O’nu anladığımı sanırken ikinci görüşmemde daima bir noksanımı tamamladım.”

Asım Us, I. Dünya Savaşı sırasında Ahmet Emin Yalman’la birlikte çıkardığı “Vakit” gazetesinin sahip ve başyazarlığını yapmış, daha sonra kardeşi Hakkı Tarık Us’la birlikte gazetenin yayınını sürdürmüştür. Gazetenin adı sonradan Atatürk’ün emriyle “Kurun” adını almıştır. “Dil devriminin gerçekleşmesine çalışmak, Türk ulusu için ulusal bir bağımsızlık davasıdır” inancıyla Us, bu davaya da sahip çıkmıştır.

Atatürk, Hatay davası ile ilgili olarak beş makale yazmıştır. Bu makalelerde: davayı dünya kamuoyuna duyurmuş, Fransız Hükümeti’ni sert bir biçimde eleştirmiş, İsmet Paşa Hükümeti’nin de bu konuda daha aktif hareket etmesi gerektiğini belirtmiştir.

Bu makaleler, 22-27 Aralık 1937 tarihleri arasında “Kurun” gazetesinde Asım Us imzasıyla yayınlamıştır.

O’nunla ilgili olarak Us’un anıları, I. Dünya Savaşı’nda geçen olayları da kapsar ve ölümüne kadar sürer:

“Birinci Dünya Savaşı’nda Mustafa Kemal Bey Sofya Ataşemiliterliği’nden yurda dönerek Liman von Sanders’in yanında bir tümen komutanlığına atandığı zaman, aralarında şöyle bir konuşma geçer:

Liman Von Sanders:

– Bulgarlar niçin savaşa girmiyorlar?

Mustafa Kemal Bey:

– Acele etmek istemiyorlar, sonuçtan emin değillerdir.

– Demek Almanların başarısından emin değiller?

– Evet. 

– Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?

– Evet.

Bu konuşmadan sonra Liman Von Sanders ile Mustafa Kemal Bey’in arası açılmış. Fakat sonradan Liman Von Sanders bir denetleme sırasında Mustafa Kemal Bey’in askeri yeteneğini takdir etmiştir.

Liman Von Sanders’in Mustafa Kemal Bey’i takdir etmesine neden, aralarında geçen şu konuşma olmuştur:

Von Sanders:

– Ben sizin yerinizde olsam bu üç maddelik emri yazılı olarak vermezdim. Oradan bir subay çağırtacak yerde kendi adamlarımdan birini gönderir, sözle duyururdum.

Mustafa Kemal Bey:

– Evet, ben de kitaplarda böyle öğütlendiğini bilirim. Böylece on beş dakikalık bir zaman kazanılır. Fakat ben, kendi memleketimi ve adamlarımı tanırım. Öyle yapsaydım, emir yanlış anlaşılırdı. O zaman kaybolan on beş dakika değil, bütün bir savaştır.” demiştir.”

Us’un o günlere ilişkin olarak diğer bir anısı da şöyle:

“Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de İngiliz ve Fransız donanmalarının durdurulması ile İstanbul kurtulmuş sayılamazdı. Çünkü Mustafa Kemal, Almanya’nın yenilgiye uğrayacağını ve onun yanında Türkiye’nin de tehlikeye düşeceğini anlamış bulunuyordu. Bunun için Almanya, yenilmeden önce Osmanlı Devleti’nin tek başına barış yapması için çareler arıyordu. Mustafa Kemal, bir gün bu nedenle o zaman Bahriye Nazırı olan Cemal Paşa ile görüşme yapmış ve amacını anlatmıştır. Cemal Paşa, bunu nasıl yapabileceğini sorunca:

– Benim elimde bir ordu var. Düşmanı buradan kovan askerler gerekirse İstanbul üzerine yürür, problem halledilir, demiştir.

Cemal Paşa, başlangıçta buna uyar gibi görünmüştür. Yalnız başına barış yapabilmek için bir hükümet değişikliği gerekecekti. Yeni hükümette Cemal Paşa Sadrazam (Başbakan), Mustafa Kemal Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) olacaktı. Yönetimde devrim yapılacaktı. Bu biçimde aralarında sözleştikten sonra Cemal Paşa korkmuş verdiği sözden dönmekle beraber olayı Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya da duyurmuştur. Mustafa Kemal’in, bu durumdan canı çok sıkılmış, hatta kızgınlığını yenemeyerek Cemal Paşa’yı duelloya davet etmiştir. Mustafa Kemal, Cemal Paşa’dan özür dilemesini istiyor. Koşullarını ileri sürüyor. Aksi halde rastladığı yerde Cemal Paşa’yı vuracağını söylüyor. Olay, bu biçimi alınca Enver Paşa da durumdan memnun olur. Gerek Mustafa Kemal’i, gerek Cemal Paşa’yı rakip olarak gördüğü için her ikisinden bu suretle kurtulacağını hesap eder. Bu sırada Mustafa Kemal’in arkadaşı Fethi (Okyar) Bey araya girer. Cemal Paşa, Mustafa Kemal’den özür dilemeye razı olur. Mustafa Kemal,  Beyoğlu’nda Pera Palas oteline gelir. Belirli bir saatte Cemal Paşa da orada bulunur. Mustafa Kemal, ileri sürdüğü koşullar çerçevesinde onu kabul eder.

Olay bu suretle kapanır.

Gazi, yukarıda not halinde kaydettiğim anılarından söz ettikten sonra kendisine şu soruyu sormuştum:

“Paşam, eğer Cemal Paşa verdiği sözde durmuş olsaydı ne yapacaktınız?

Şu yanıtı verdi:

– Hükümeti değiştirecek, hemen İtilaf Devletleri ile iyi koşullar altında barış yapacaktım. Bu suretle sonradan başımıza gelen felaketlerin önüne geçecektim. O zaman yalnız bir bela kalacaktı. O da Saltanat ve Sultan’lar belası. O belayı da kesinlikle memleketin başından atacaktım. Fakat, onun için başka türlü bir yola başvuracaktım.“

Dr. Hilmi Oytaç’ın, milli mücadelenin en zor günlerinde bile Türk çocuklarının eğitimiyle ilgilenen Atatürk’le yaşadığı bir anısını, Us’a şöyle anlatıyor:

“1921 yılı yaz mevsimiydi. Batı Cephesi karargahı o zaman Akşehir’de bulunuyordu. Fraklen Buyyon, Gazi ile konuşmak için Akşehir’e gelmişti. Adana’nın boşaltılması bu konuşma sonucunda yapılan anlaşma üzerine olmuştu.

Bir sabah erken sokağa çıkmıştım. Alışılagelene aykırı olarak Gazi’nin de erkenden bir ata binerek yaveriyle birlikte gezmeye çıkmış olduğunu gördüm. Karşılaşınca selamladım. Gazi, atını durdurdu. Beni yanına çağırdı:

– Burada medrese var mıdır? Kaç tanedir? Çalışır durumda olanları hangileridir? dedi.

Akşehir’de kırk kadar medrese varmış. Bunu daha önceden ben incelemiştim. Fakat, bunlardan yalnız iki üç tanesinin çalışır durumda bulunduğunu öğrenmiştim. Bunu yanıt olarak söyledim. Çalışır durumda olan medreselerden biri bu konuşmanın geçtiği yerin hemen kırk elli adım ilerisinde idi. Burada Akşehir Müftüsü bulunuyordu. Bunu da gösterdim. 

Gazi, hemen atından indi. Benim elimden tutarak: 

– Haydi şu medreseyi görelim, dedi. 

Medresenin içerisine girdik. Burası küçük bir kışlayı andıran dörtgen biçiminde bir yer idi. Medresenin bütün odaları zemin katında idi. Bu küçük, karanlık odaların içinde yalnız birer ocak bulunuyordu. Bir kaç odayı gezdik. İçlerinde kimse yoktu. Buralarda yatanların çoğu köylerden gelmiş öğrencilerdi. Bunlar, ocağın içerisinde ateş yakarlar ateşin üstünde bakır yahut toprak birer kap içerisinde yemek pişirirlerdi. Bundan dolayı yer odalarının hemen hepsi pis, içlerine yemek kokusu sinmişti.

Duruma bakınca öğrencilerin ders okuduğu yer de medresenin büyük kapısı üstünde çıkma bir katta bulunuyordu. Bunun üzerine Gazi ile birlikte yukarıya çıktık. Burada bir kapının önünde bir sürü ayakkabı gördük. Öğrenciler, yerde diz çökmüş bir yarı çember oluşturarak kara tahtanın etrafında toplanmış duruyorlardı. Müderris, Kafkasyalı Numan Efendi, kasabanın müftüsü idi. Aynı zamanda bizi görünce hepsi birden ayağa kalktılar. 

Ben, Gazi ile beraber medreseyi dolaşıyordum. Fakat O’nun nasıl bir istekle bu medreseleri görmek merakına düştüğünü tabii bilmiyordum. Milli mücadelenin en sıkışık zamanlarında olduğumuz için Gazi’nin yalnızca gece gündüz savaş alanlarını düşündüğünü zannediyordum. 

İçeriye girdikten, müderris ve öğrencilerle selamlaştıktan sonra Gazi burada gördüğü bir sıra üstüne oturdu, beni de yanına oturttu. Sonra müderrise şu soruyu yöneltti: 

– Hoca Efendi dersiniz nedir? 

– Lisan-ül Arabi. 

– Yani öğrenciye Arap dilini mi öğretiyorsunuz? 

– Evet. 

Gazi, bu yanıt üzerine öğrencilerden birini ayağa kaldırdı:

Al şu tebeşiri, tahta başına geç. Söyleyeceğimi yaz ve Arapçaya çevir dedi.

Hatırımda kaldığına göre Gazi, aynen şu cümleyi yazdırmıştı:

– Eski Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bir çok azınlık ile birlikte Arap azınlığı da vardı. Bugünkü milli sınırlarımız içinde ise Arap azınlığı yoktur.

Öğrenci, bir türlü bu sözü Arapçaya çeviremedi. Diğer bir öğrenciyi kaldırdı. O da yapamadı. Belki müderrisin kendisini tahta başına geçirmiş olsa, o da bunu yapamayacaktı. Öyle seziniyordum ki Gazi, bu öğrencilerin hemen hepsinin yirmi yaşından aşkın, askerlik çağı içerisinde bulunduğuna dikkat ediyordu. Bu durum karşısında Gazi ayağa kalktı. Biz de kalktık. Hoca’ya şunları söyledi:

– Hoca Efendi, memleket savaşıyor, istiklal ve varlığını kurtarmaya çalışıyor. Böyle önemli zamanlarda Lisan-ül Arabi ile zaman geçirmek, bu gürbüz Türk çocuklarını cephelerden alıkoyarak bu karanlık odalara tıkmak günahtır. Bir dil, bu türlü karanlık odalar içinde öğrenilemez. Lisan öğrenmek daha çok bir çevre sorunudur. Akşehir, bir Anadolu, bir Türk kasabasıdır. Burada Arapça konuşan kimse yoktur. Onun için burada öğrenmeye de gerek yoktur. Çünkü bugün Arapça artık bilim ve fen dili değildir.

Bunun üzerine vedalaştık, çıktık. Dışarıya çıkınca Gazi:

– Haydi bir kere de milli eğitim okullarını görelim, dedi.

Milli eğitim okullarından “İdadi” adı altında bir okul vardı. Oraya gittik. Kapıdan içeriye girerken müdürün yatak odası olduğu anlaşılan odanın dış tarafında kirli bir yüz havlusu gördük. Pencerenin kenarında da siyah bir kahve cezvesiyle, içilmiş bir fincan duruyordu. Manzarayı görünce okul müdürünün medreseden yetişmiş zevksiz bir ruh sahibi olduğu anlaşılıyordu. Gazi, bu havluyu ve o cezveleri hademeye oradan kaldırttı. Merdivenden yukarıya çıktık. Bir sofa etrafında bir kaç oda vardı. Bunların üzerindeki yazılardan her birinin bir sınıf olduğu anlaşılıyordu. Sınıflardan birine girdik. Öğrencilerin önünde “Kıraat-Güzel Yazı” veya “Malumat-ı Medeniye – Medeni Bilgiler” adlı kitaplar vardı. Öğretmen de başı sarıklı bir kişi idi.

Gazi, bir sıranın başında durarak çocukların kitabına baktı ve gelişi güzel bir sayfasını açtı. Burada “itidal” kelimesi ile bir başlık vardı. Anlaşılan burada itidal konusu üzerine yazılmış sözler bulunuyordu. Gazi, bir öğrenciye:

– İtidal ne demektir, oğlum? Diye sordu.

Öğrencilerin daha o konuyu okumadıkları anlaşılıyordu. Karşılık veremedi. Sonunda Hoca’ya döndü:

– Hoca Efendi, itidali tanımlar mısınız? Dedi.

Hoca, yanıta şöyle başladı:

– İtidal, adaletten gelir.

Gazi, hocanın devam etmesine meydan bırakmadan:

– Ben sana itidalin nereden geldiği, nereye gittiğini sormadım. İtidalin anlamını sordum.

Hoca durakladı. Bunun üzerine Gazi kızdı:

– Adalet dedi, seni bu pencereden aşağıya atmaktır. Çünkü, sen daha kendin birşey bilmiyorsun. Nerede kaldı bu çocuklara öğretebilesin!

Bu suretle sınıftan çıktık. Başka bir sınıfa girdik. Burada da yine bir sarıklı hoca vardı. Çocukların hepsinin önünde Kur’an kitapları açılmış, duruyordu. Duvarda da bir takım haritalar vardı.

Hoca, Gazi’nin okula gelerek diğer sınıfa girdiğini öğrenmiş olacak ki, kendi sınıfına da gelerek pozitif bilimlerden bir şey sormasına ve kendi bilgisizliğinin ortaya çıkmasına meydan bırakmamak için öteki kitapları saklatmış, sıraların üstüne hep Kur’an kitaplarını koydurtmuştu. Gazi, hemen bu oyunun farkına vardı. Öğrencilerden birinin yanına yaklaştı: 

– Oğlum, şimdi sizin ne dersiniz var? 

Diye sordu. Öğrenci bu soruya: 

– Coğrafya! 

Demesin mi? 

Gazi, bunun üzerine büsbütün kızdı. Hoca’ya döndü: 

– Be utanmaz adam, şeytanlıkta ve düzmecilikte çocuklara örnek oluyorsun. Sana bir şey sormayayım diye bu Kur’an’ı açtırttın, öyle mi? 

Diyerek sert bir yüzle okuldan dışarı çıktık. Medreselerin yanında açılmış olan milli eğitim okullarının da durumu övünülecek gibi değildi. Çünkü, bu okullara da medreselerin ruhu girmişti.” 

Asım Us, Harf devriminin büyük günlerini anımsayarak: 

“Talihim o gece bana kendisiyle yan yana bulunmak mutluluğunu vermiş… Bir devrimden bir devrime geçen, bir ulusal savaşı değil, bir kaç ulusal savaşı birden başarıp kazanan Büyük Şef’e, bu kadar büyük davalardan yorgunluk duyabileceğine ilişkin kaygılarımı iletince: 

– Yapmamıza imkan hasıl olan işleri yapmazsak tarih bizi kınar, buyurdular.”

Us, Başbakan İsmet İnönü ile birlikte 1937 yılında yaptıkları Yugoslavya gezisinde, Belgrat hava alanında verilen yemekte, Başbakan Stoyadinoviç’in bir sözünü bize şöyle aktarıyor: 

“Hep Atatürk’ün Ankara’da sabahın saat beşinde bize söylediği sözleri hatırlıyorum: 

– Benim bir işaretimle bütün Türkler sınır boylarında ölmeye hazırdır. Bizim sınırlarımızda ve sizin sınırlarınızda” demişti.”

Asım Us, Atatürk tarafından verilen soyadı nedeniyle ne güzel söylüyor “Us ailesi, soyadlarının Atatürk’ün dünya değerinde bir armağanı olduğunu unutmaz.” 

Us’un 11.12.1967 ‘de yaşantısı son bulmuştu.


Kaynak: Atatürk ve Çevresindekiler, Kemal Arıburnu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994, ISBN:975-458-064-2