Artaki Candan Atatürk’ün Huzurunda Yaşadıklarını Anlatıyor
Kanunî Artaki Candan’ın, sanat hayatının 50’nci yıldönümü münasebeti ile, jübilesi yapılacağı bir sırada birdenbire hastalanıvermesi bütün meslek arkadaşlarını müteessir etmiş… Şimdi onlar, üçer beşer kişilik guruplar halinde sanatkârı Kurtuluş’taki evinde ziyaret etmekte; hatırını sorarak bir an evvel iyileşmesini beklemektedirler.
Yazan: Cemaleddin Bildik, 1948
Hasta odasındayım… Aynı zamanda bestekâr da olan Artaki, gardırop ile duvar arasına sıkıştırılmış bir karyolada yatıyor. Baş ucunda halk türküleri sanatkârı Zehra Bilir, ayak ucunda da refikası var… Hanende Ağyazar da pencere önündeki divanda oturuyor… Zehra Bilirin:
– Her halde hocam Artaki’nin Atatürk’e ait hâtıralarını dinlemeye geldiniz diyerek karşılaması ile ziyaretimin sebebini anlatma külfetinden kurtulmuş olmam bana geniş bir nefes aldırdı ise de hastayı yormanın sırası olmadığını düşünerek, iyileşsin de öyle geleyim… diyecek oldum. Sözümü yarıda kesen sanatkâr, yavaş yavaş doğruldu, üstündeki yorganı hafifçe aralayarak yataktan kalkarken:
– Sakın ha! dedi. Gitmeyin… Atatürk hakkındaki konuşmadan ben kuvvet alırım. O büyük adamın adı bana enerji verir…
Polis Müdürlüğü’den bir telefon
Sanatkâr, bu gibi hâtıraları yazmanın tarihe hizmet olduğunu işaret ettikten sonra anlatmaya başladı:
– Sadi Işılay ile Nobar, Atatürk’ün sofrasında beş yüz defa bulunmuşlar ise ben beş defa bulunmuşumdur. Fakat onlara nispetle bu derece az bulunuşumun bende unutulmaz bir iz ve hâtıra bıraktığı da muhakkaktır. Şimdi Yalova kaymakamı bulunan ve O zamanki Maarif Vekili merhum Necati beyin biraderi olan Hüsnü Uğural – ki bundan aşağı yukarı 22 sene evvel – İstanbul Polis Müdürü muavini idi. Bir gün bir telefon…
– Artaki sen misin?
– Evet efendim bendenizim… Kiminle konuşuyorum efendim?
– Burası Polis Müdürlüğü, ben muavin Hüsnü…
– Buyurunuz efendim, emriniz?
– Hanende Ağyazar’ı, Bimen’i, İbrahim’i, ve daha bazı arkadaş larım, bu arada Udî İbrahim’i de bulunuz, kendilerine haber veriniz. Siz de dahil olduğunuz halde bu akşamki trenle Ankara’ya gider misiniz?
Böyle alelacele Ankara’ya çağrılmamızın sebebini anlamak için sordum:
– Peki niçin Ankara’ya gidiyoruz?
– Gazi Paşa istiyorlar.
Atatürk’ün Türk musikisine karşı son derece bağlı olduğunu daha binbaşılık zamanından beri bilirim. Halâskâr’ın karşısında bir imtihan geçireceğimiz muhakkaktı. Hüsnü Bey’e cevap verdim:
– Hay hay efendim, dedim. Bulmaya gayret ederim. Akşam saat 6’da da Haydarpaşa’da bulunuruz.
Ağacı kuru otel
İstanbul kazan Artaki kepçe, altında otomobil fırıl fırıl dönmüş… Arkadaşlarını bulmuş, vapura atlayıp Haydarpaşa’ya geçmişler… Artaki sözlerine şöyle devam ediyor:
– O telâşla arkadaş toplama esnasında sırsıklam terlemişim… Vapurda – ne kadar olsa serde gençlik de var – güverteye çıktım. Orada kendimi üşüttüğümün, ancak Atatürk’ün huzurunda farkına vardım. Uzatmayalım, Ankara’da bizi ahşap, bir otele götürdüler. Hiç unutmam bahçesinde bir dut ağacı vardı ve yapraksızdı. Bu mevsimde ağacın yapraksız olamayacağını söylediğim zaman otelci: «Ne yapalım? Burası Ankara, ağaçları böyle yapraksız olur. Yeşile hasretiz amma ne çare…» demişti. Fakat Atatürk’ün sayesinde kuru Ankara şimdi yeşil yurt haline geldi, o da başka…
Aranızda kadın okuyucu yok muydu?…
– O vakit kadın okuyucu nerede… Hep erkek hanendeler vardı.
Otelde akşama kadar istirahat ettiklerini söyleyen Artaki, akşama doğru iki otomobil ile Atatürk’ün oturduğu eve götürüldüklerini anlatırken heyecan duyuyordu. Bu heyecanın farkına vardığımızı gören sanatkâr:
– Heyecan duymamaklığıma imkân var mı? dedi. Atatürk’ün ismi geçtikçe ben hep böyle olurum. Eşi emsali bulunmaz bir dâhi idi vesselâm…
Cenkleşir gibi… Artaki bir sigara yaktı. Hasta olmasına rağmen sigara yakması nazarı dikkatimi celbetmiş, doktorun sigaraya izin vermesini hayretle karşıladığımı söylemiştim.
– Yooook! dedi. Hayret etmeyiniz… Doktor da son günlerimi yaşadığımın farkında olacak ki içmemde mahzur görmüyor… Ne ise, biz sıhhî durumumu geçelim de mevzuumuza devam edelim. Akşam otomobillerle Atatürk’ün oturduğu eve götürüldük. Evet orası bir ev idi, çünkü daha o zaman Çankaya köşkü falan yapılmamıştı. Genişçe bir salonda Atatürk’ün huzuruna çıkarıldık. Hepimiz birer birer elini öptükten sonra kenara çekildik. Salih Bozok ile Kılıç Ali bey de Ata’nın yanında idiler. Oturduk bir fasıl yaptık, bir kaç şarkı okuduk… Halâskâr’ın karşısında öyle bir coşmuş, öyle bir kanun çalıyordum ki Atatürk’ün: « Allah Allah harpte düşmanla cenkleşir gibi vuruyor tellere» dediğini duydum. Ne zaman elime kanunu alsam Atatürk’ün bu sözünü hatırlarım… Evet, harpte cenkleşir gibi vuruyordum tellere… Hayatımda bu derece coşkunlukla iki defa kanun çalmışımdır. Biri Atatürk’ün huzurunda, diğeri de bir aşk maceramda… Hattâ o aşk maceram da hızımı alamamış, elime geçen bıçakla telleri ikiye ayırıvermiştim. Kanun bir tarafa… Ben bir tarafa… Şarkılara devam ediyorduk. Kürdili hicazgâra geçtik:
Hani ya sen benimdin, niye döndün sözünden,
Kâfir aldattın beni, anlıyorum gözünden.
Kâfi değil mi acep, çektiklerim elinden,
Çapkın aldattın beni, anlıyorum gözünden
şarkısını okuyor ve çalıyorduk. Bu, Atatürk’ün beğendiği şarkılardan biridir. Bestesi kendimin olduğu için söylemiyorum. Atatürk bestesi ve güftesi iyi olan her şarkıyı beğenirdi. Hele Rumeli şarkılarına bayılırdı. Gazel okunduğu zaman, güfteyi beğenmezse onu hemen kestirir ve gençliğinde dinleyip de beğendiği gazellerden birinin güftesini hemen bir kâğıda yazarak uzatır, onun okunmasını isterdi.
Şunu da ilâve etmek isterim ki Rumeli şarkıları hakikaten güzel şarkılardır ve ekserisi Hicaz makamında olan o şarkılarda bambaşka bir güzellik vardır. O gün Atatürk’ün huzurunda şarkı okuyup çalmaya devam ederken bir aralık titremeye başladım. Belli etmemeye çalıştığım bu halimin ilk farkına varan Atatürk oldu. İşte, vapurda terli terli güverteye çıkarak üşümemin acısı meydana çıkmaya başlamıştı. Beni hemen otele yolladı, her gün sıhhatim hakkında sık sık malûmat verilmesini de yanındakilere emretti. Dört gün sonra iyileştim. Ata’nın huzuruna çıkarıldım. Fakat Atatürk o gün bana kanun çaldırmadı. Yanına oturttu. Tavuk suyu, elma kompostosu gibi hafif yiyecekler getirterek: «İyice kesbi âfiyet et de kanunu sonra dinleyelim.» dedi. Bundan sonra müteaddit defalar Atatürk’ün huzuruna çıkarıldım ve kanun çaldım.
Tıbbiyeden kanuniliğe
Artaki Candan’ın, sanat hayatının 50’nci yılı İçinde bulunduğunu öğrenince, bu hayattan memnun olup olmadığını sormaktan kendimi alamadım.
-Hem de, dedi, son derece memnunum… Çünkü musikiye karşı bende sonsuz bir aşk vardı. Tıbbiyeye devam ediyordum. 18- 19 yaşında îdim. Bir gün mektebi terkettim ve kanun koltukta sonu ne olacağı belli olmayan bir maceraya atıldım. Midilli’ye gittim, otel parası olmadığından dağlarda, ceketi başımın altında yastık yaparak yattım. 10 paralık tuzlu balığı iki gün ekmeğime katık ettim ve nihayet Selânik’e giderek Udî Ahmet’ten ders almak sureti ile sanatımı ilerletmeye muvaffak oldum.

Artaki, 50’nci yıldönümünün başlangıç tarihini mesleğinden ilk para aldığı gün olarak kabul etmekte ve hayatının pek enteresan bulduğu bu sahnesini şöyle anlatmaktadır:
– 18 yaşındayım. Devir, Sultan Hamit devri… Bir arkadaşın isim günü münasebeti ile saz çalan Tıbbiyeliler Bakırköy’de toplanmıştık. Çalıp eğlendiğimiz evin önünden Pertev Paşa’nın babası Mustafa Paşa geçmiş. Bizi dinlemiş. Yaverini göndererek «kim bunlar?» diye sordurmuş. Sözcü olarak yaverin karşısına beni çıkardılar. Paşa; «yarın, cülûsu hümayun var. Bizim konaktâki ziyafete de buyurun» dedi. Paşa’nın o köşkü Bakırköy’de hâlâ durur ve gittikçe görürüm. Ertesi günü o köşkte çaldık eğlendik. Beş arkadaştık. Paşa, sabaha karşı dağıldığımız sırada ipekli mendiller içinde hepimize beşer altın lira verdi. İşte kanun çalarak ilk para alışım o oldu. Tıbbiyeden ayrılmam ve bu sanat hayatına dört el ile sarılarak maceradan maceraya atlamam böyle başlar…
Ben hastanın yanından ayrılırken doktor içeriye giriyor, ziyaretine gelen bir gurup da salonda; bekliyordu.