Anılarla Tevfik Fikret Ve Atatürk
Türk düşünce ve insanlık tarihinin bir şeref ve haysiyet doruğu… Ulusuna gurur, övünç ve yücelik veren bir doruk… Adı Fikret’ti bu doruğun.
Bu büyük adamdı vicdan sömürücülerine, elleri kanlı katillere, hak düşmanlarına, kanun düşmanlarına karşı ulusunu savunan… Bu büyük adamdı ulusuna vatan aşkını, insanlık sevgisini, uygarlık inancını aşılayan. Türk Tarihinin en büyük şerefi Atatürk; ilham kaynağı, kültür kaynağı ve devrim kaynağı olarak onu seçmişti. Fikret’in hayranıydı Atatürk. Fikret in devrimci, insancı,özgür düşünceleriyle yoğrulmuştu. Biz bu yazımızda yalnızca Atatürk’ün Fikret’le olan ilişkileri üzerinde duracak ve yukarıdaki yargıları aşağıdaki belgelerle belirtmeye ve doğrulamaya çalışacağız.
Fikret’in ölümü üzerinden üç yıl geçmiştir. Anafartalar’ın Muzaffer kumandanı Mustafa Kemal, Aşiyan’ın dik yokuşunu tırmanmakta, yanında da Harbiye’den Manej Hocası Emin Bey bulunmaktadır. Koluna girdiği hocasına yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle Fikret’e olan sevgisini şöyle anlatır:
“Ben inkılap ruhunu ondan aldım. Ziyaret edeceğim yerlerin başında elbetteki Âşiyan gelir.”
Mustafa Kemal, hocasına bu yokuşta bir sır tevdi eder:
“Yakında Anadolu’ya gidiyorum, ne diyorsun?”
Hocası cevap verir:
“Ne duruyorsun?”
Kim bilir, belki de Mustafa Kemal, memleketi kurtaran kararını kesin olarak, Fikret’in katına tırmanırken verdi. Aşiyan’a çıkılır, Fikret’in temiz ruhu önünde saygı duruşunda bulunulur. Bu tarihsel ziyaret, Aşiyan’ın anı defterine şu cümle ile ölümsüzleştirilir:
“Tavaf-ı tahatturunda bulunmakla mübahi pereştişkâran-ı F’ikret”. (19 Ağustos 1918, Pazartesi)
Mustafa Kemal, Süleyman Nazif, Faik Âli.
Bu ifade ve yazı Süleyman Nazif’indir. Fakat Mustafa Kemal, bu yazının altına imzasını atmakla Fikret’in perestişkârı olduğunu tarihe karşı ilân etmiştir.
Fikret, ünlü yapıtı “Rübab-ı §ikeste”sinde karakterinin ana hatlarını çizen dörtlüğü şu mısra ile bitirir:
“Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim”
Atatürk de bu mısrayı tamamen benimsemişti. Nitekim 1925’de yaptığı bir konuşmasında sadece irfan’la vicdan sözcüklerinin yerlerini değiştirerek, memleket gençliğini yetiştirecek olan öğretmenlere şu direktifi vermişti:
“Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki. Cumhuriyet sizden ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ nesiller ister.”
Atatürk, sohbetlerinde ve söylevlerinde sık sık Fikret’i anar, ondan kısa veya uzun parçalar okurdu.
1925’de İzmir Kız öğretmen Okulunda “Türk Kadını nasıl olmalıdır?” konusu üzerinde yaptığı konuşmada, ideal Türk Kadınının niteliklerini saydıktan sonra sözlerini şöyle bitirmişti:
“Burada Fikret merhumun cümlece malûm olan bir sözünü hatırlatırım:
Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer”
Mustafa Kemal bir vapur gezintisindedir. Etrafını çeviren gençlerle hararetli bir konuşmaya dalmıştır. Çeşitli konularda konuşulur. Sıra edebiyata gelince Atatürk, Fikret’e olan hayranlığını belirterek düşüncelerini şöylece anlatmaya başlar:
“Onu biz mektep sıralarında okurduk. Ondaki heybet, ondaki vakur âhenk hiçbir şairimizde yok.”
Sonra gençlerden Fikret’in bir şiirini okumalarını ister. Herkes susmuş, Atalarına sevgi ve heyecanla bakmaktadır. Bu arada bir genç, gür bir sesle, “Ben Ferda’sını söyleyebilirim Atam” diyerek ileri atılır.
Bu sözler üzerine Atatürk’ün çehresinde tatlı çizgiler belirir. Bu gencin yüzüne bakarak konuşmaya başlar:
“Ferda’yı mı? Ah delikanlı, benim en sevdiğim şiirdir o. Onu sana söyletmeyeceğim, kendim söyleyeceğim.”
Ve Atatürk gür bir sesle, gençlerin yüzüne bakarak okumaya başlar:
Ferda senin; senin bu teceddüt, bu inkılâb…
Herşey senin değil mi ki zaten?.. Sen, ey şebab.
Asrın, unutma, harikalar asr-ı feyzidir:
Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir,
Bir ufk-ı itilâ açılır, yükselir hayat;
Yükselmeli dokunmalı alnın semalara;
Doymaz, beşer dedikleri kuş itilâlara…
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;
Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!
Çankaya’da bir gece sofrası… Atatürk’ün etrafında otuz kişi kadar bulunmaktadır. Söz, döner dolaşır edebiyata gelir ve bazı ozanların üzerinde durulur. Bu arada Fikret de söz konusu olur. Bu anıyı, o gece sofrada bulunmuş olan İsmail Hikmet Ertaylan’dan dinleyelim:
“Kimdi bilmiyorum, bir yüksek ruhlu (!) zat Fikret’in iyi şair olmadığını söyleyecek oldu. Atatürk, o her şeyi hakkiyle gören, her hakikatin üzerinde duran o büyük insan, büyük bir iğbirarla kaşlarını çattı:
— Efendim, efendim, anlamadım, ne dediniz? Fikret büyük şair değil miydi? dedi ve o gür, o vakur sesiyle şu beyti okudu:
Milyonla barındırdığın ecdad arasından
Kaç nasiye vardır çıkacak pâk ü dırahşan
Atatürk sözlerine şöyle devam etti:
— O karanlıklar içinde bir nur gören ve halkı o nura doğru götürmeye çalışan Fikret bu feryadı koparırken sizler nerelerdeydiniz? Niçin içinizden kimse onun gibi feryat etmedi. Ben Fikret’e yetişemedim, onun sohbetinden istifade edemedim. Kendimi bedbaht sayarım. Fakat onun bütün eserlerini okudum, birçoğu da ezberimdedir. O, hem büyük şair, hemde büyük insandır.
Efendiler! Zaten parmakla gösterilecek kadar az olan büyük adamlarımızı küçültmeye kalkışmayalım.”
Bu sözler üzerine etrafta âni bir değişiklik olur. Kötüleyen de dahil olduğu halde Fikret’in faziletleri, meziyetleri sayılır, şiirleri öğülür, bazıları okunur. Bu arada orada hazır bulunanlardan Celâl Sahir de “Zerrişte”yi okur.
İşte bu zamanda Atatürk’ün yüzü güler. Sohbetin başında Fikret’i kötüleyen kimseye dönerek, “Bu şiir değil mi efendim” diye sorar.
Meğer Atatürk, Fikret’in bu şiirini çok beğenir, çok severmiş, hattâ ezberindeymiş:
“Yaz aşkına dair” dediniz… işte: Çocukken
Gayet afacan bir kedi sevdim ki elimden
Bir lâhza bırakmazdım; uyurken kucağımda
“Yaz aşkına dair” dediniz… işte misali:
Sevdiklerimin ben
Hepsinde bu tırnaklan, hepsinde bu hâli,
Hepsinde bu hırçın kedi sîmâsını gördüm…
Sabık Ankara Şehremini ve Bilecik Milletvekili Asaf İlbay’ın da bu konuda bir anısı var. Bunda Atatürk’ün Fikret ve Akif üzerindeki görüşleri aşağıdaki biçimde yansıtılmaktadır:
“16 Ocak 1937 gününün akşamı Yüksek Ticaret Okulu mezunları mûtad toplantılarını Pera Palas salonlarında yapmışlardı. Oğlum Cahit de bu mektebin talebesi olduğu için toplantıya iştirak etmişti. Gece saat 11’de yatmak üzere soyunuyordum, telefon çaldı. Oğlum, Atatürk’ün maiyetiyle oraya geldiğini haber verdi. Bunun üzerine ben de Pera Palas’a gittim. Atatürk de bizi görünce sevindi ve:
— Dâva şimdi halledilecektir, dedi.
Biz işin aslını bilmiyorduk. Sonradan anlaşıldı. Şair Fikret’le Akif mukayese ediliyormuş. Bu iki büyük şairin birbirleriyle geçmiş münakaşaları üzerinde konuşuluyormuş.
İsmail Müştak, Fikret’in meşhur “Zangoç“ şiirini okumuş, Akif’in mutaassıp bir ruh taşıdığı noktasında durulmuş.
İşte tam bu sırada biz salona girmiştik. Atatürk, âdetleri veçhile bir şeyler dikte etti ve kendi mütaleası imiş gibi bunu okuttu. Bu yazıda Fikret’in millî şiirde üstün olduğu neticesine varılıyordu. Atatürk, şair Akif’e, Kur’anın tercüme edilmesi vazifesinin verildiğini ve kendisine on bin lira gönderilmiş olduğu halde, bugün yarın diye işi uzattığını ve nihayet tercümeyi güya meçhul bir adrese göndermiş olduğu cevabını verdiğini söyledi.
Bu sözler sırasında Başvekili de şahit göstererek:
— Parayı İsmet Paşa vermişti, dedi.
Atatürk, Akif’in büyük bir şair olduğuna inanıyordu. Fakat Misak-ı Millî dairesinde kurtarılmış olan vatan parçasını elde tutabilmek için o tarihlerde İslamcılık siyasetinden vazgeçilmek zaruretine de kaani idi. Halbuki Akif, İslamcı idi ve sürükleyici eserleriyle bu hususta müessir olabilirdi. Kur’an tercümesindeki hareket tarzı ile de Atatürk’ü gücendirdiği anlaşılıyordu.”
Yıl 1938… Atatürk Elazığ’a gelmiştir. Halkevinin salonunda çeşitli konularda konuşulur. Bir ara Atatürk, İsmail Müştak Mayakon’un sahneye çıkıp Tevfik Fikret in şiirlerini okumasını emreder.
O sırada Elazığ’da yargıç olarak bulunan Hüseyin Baykara, bu konudaki anısını, vaktiyle kendisine hocalık etmiş olan Ord. Prof. İsmail Hikmet Ertaylan’a yolladığı bir mektupta aynen şöyle anlatmaktadır:
“İsmail Müştak Mayakon arka arkaya Ferda’yı, Sis’i, Rücu’u ve Mehmet Akif’e karşı Fikret’in yazdığı parçayı okudu.
İsmail Müştak bu şiirleri arka arkaya okuduğu için yorulmuş olacak ki, Sis veya Rücu’u okurken bazı duraklamalar yaptı. Bunun üzerine Atatürk, bu parçanın tekrarlanmasını istedi. İsmail Müştak Bey de bu parçayı tekrar inşad etti.
İsmail Müştak, sahnede inşadını yaparken Atatürk çevresindekilere dönerek:
— Başka hangi şair böyle güzel ve inkılapçı şiirler yazmıştır, diyerek takdirlerini bildirdiler.
İsmail Müştak Bey, Fikret’in Mehmet Akif’e karşı yazdığı parçanın son kısmı olan,
‘Sen ne dersin buna ey Molla Sırat’ mısrasını okuduğu sırada Atatürk, memnuniyetini gösteren bir
tebessümle etrafındaki kişilere manalı manalı baktılar…
Ondan sonra Atatürk’ün, Fikret’in inkılapçı bir şair olduğunu ve zamanının haksızlığı ve geriliği ile mücadele ettiğini etrafında bulunan vekil, mebus ve generallere bir hayli anlattığını iyi hatırlıyorum.”
Robert College’de Fikret’in öğrencisi olmuş Profesör Nurettin Sevin anlatıyor:
1937 yazında bir gün eski talebemden biri heyecan İçinde geldi ve hemen anlatmaya başladı:
— Hocam, dün gece Atatürk bize geldi.
Hüseyin adındaki bu genç, Yüksek Ticaret Mektebi talebesi idi. Atatürk bu mektebin tertiplediği bir gece toplantısına gelmişti. Şimdi ticaretle uğraşan Hüseyin o geceye ait anılarını bana şöylece anlatmıştı:
O sıralarda Mehmet Akif yeni ölmüş, kendisine resmi merasim yapılmamış, bu yüzden Gençlik bazı hareketlerde bulunmuştu.
Atatürk, toplantıya gelir gelmez etrafı gençlerle çevrildi. Büyük önderin sinirli bir hali vardı.
Kendisini dinleyenlere hitaben söze şöyle başladı:
— Ben gençliğe kırgınım. Biz güya İstiklâl Marşı Şairine lâzım olduğu kadar hürmet göstermemişiz. Sorarım size. Mehmet Akif bu memlekete ne kazandırmıştır? Mehmet Akif, bizim inkılaplarımızın düşmanı idi. Evet, İstiklâl Marşını yazdı. Ama onu bir ümmet düşüncesİ ile yazdı. Türk Milleti düşüncesiyle yazmadı. Eğer hakikaten Türk Milletinin istiklalini düşünseydi, Rum malı olan fesi, başından çıkarmamak için Mısır’a gidip esareti tercih etmezdi.
Halbuki biz bu memleketi, muasır medeniyet seviyesine çıkarmak gayesiyle onu bütün geriliklerden kurtarmak için çırpınıyoruz. Gençler! sorarım size, bu milletin ve memleketin şan ve şerefle medeni dünya milletleri arasında yaşayabilmesi için lazım gelen her şeyi yazan, düşünen ve hayatını bu uğurda feda eden kimdir?
Gençler cevap verdiler bu soruya:
— Hâmit.
— Hayır.
— Namık Kemal.
— Hayır.
— Ziya Gökalp.
— Hayır, bilemediniz.
Ve Atatürk, kendine has Rumeli şivesiyle cevap verdi:
— Fikret be çocuklar, Fikret be çocuklar, Fikret be çocuklar…
Ve sırasiyle Ferda’yı, Sis’i ezbere okudu ve bu şiirlerin tahlillerini yaptı.
En sonunda sözlerini şöyle bitirdi:
— O, bizden çok ilerisini gören bir insandı. Ne yazık ki biz ona hâlâ yetişemedik.
Fikret’in Aşiyan’ı 1945’de Haşan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı zamanında müze olmuştu. Açılış günü Aşiyan’a Recep Peker, Haşan Ali Yücel, Rıza Tevfik ve seçkin bir topluluk gelmişti. Bu açılış dolayısı ile Milli Eğitim Bakanı olarak Haşan Ali Yücel, yaptığı konuşmada Tevfik Fikret’e bazı sitemlerde bulunmuş, böyle kartal yuvasını andıran bu yerde halktan uzak yaşamasını doğru bulmamış, “Keşke Çankırı’da kalsaydı, Mekteb-i Sultani’de okumasaydı, bir köy hocası olsaydı daha iyi olurdu” gibi laflar edince Rıza Tevfik dayanamayarak, “Nazır Efendi, Nazır Efendi, o öyle değil, rüzgara karşı tükürme” demek zorunda kalmıştı.
Bu töreni başından sonuna kadar büyük bir dikkatle izlemiş olan bugünkü Aşiyan Müzesi Müdürü Vecdi Bingöl’ün anlattığına göre, işte tam bu sırada Recep Peker, bir öğretmen arkadaşına Atatürk’ün Fikret’le ilgili şu ilginç anısını anlatıyor:
“Bir gün Çankaya’da sofranın belli müdavimleri toplanmıştı. Atatürk o akşam çok dalgın görülüyordu. Gruplar kendi aralarında konuşuyorlardı. Bunlardan birinde Fikret üzerine söz ediliyordu. Ben hemen dikkat kesildim. İçimden, işte şimdi parlayacak, dedim.
Nitekim birdenbire gürledi:
— Susunuz, susunuz!..
Hepsi sustular. Ata’nın kaşları çatılmıştı. Dudaklarından şu sözler döküldü:
— Siz Fikret’i konuşacak adamlar değilsiniz. O kimdir biliyor musunuz? Onu iyi tanıyanlar, onu iyi tanıyacaklar, benim bugün ne yapmak istediğimi kavrayacak kimselerdir.
Aşiyan Müzesi Müdürü sayın Vecdi Bingöl, Fikret’in öğrencisi olmuş ve Atatürk’ün çeşitli zamanlarda sohbetinde bulunmuş bahtiyarlardan biridir.
Kendisine Atatürk’le nasıl tanıştıklarını soruyorum:
— Atatürk, benim bir türkümü beğenmişler. Bu,
Çıkar yücelerden haber sorarım
Solarken dağların gümüş yıldızı isimli “Bingöl Çobanları” idi.
Bu parçayı Sadettin Kaynak okurken, “Bunun sözleri kimin?” diye sormuşlar. Sadettin Kaynak da, “Efendim, Vecdi Bingöl adında bir hocanın” deyince, “O hocayı buraya getir” der, Büyük önder.
Bu hususi toplantıda Türk müziğinden, edebiyattan konuşuldu. Bu arada Atatürk, benim Fikret’in talebesi olduğumu öğrenince son derece memnun oldu. Saraya daha birkaç defa gittim. Hiç unutmam bir gün gözlerimin içine bakarak ve derinden gelen bir sesle dedi ki:
“Tevfik Fikret’in o Tarih-i Kadim’i yok mu, işte o, dünyada yapılması gereken bütün devrimlerin kaynağıdır.”
Ali Vecdi Bingöl, büyük hocası Fikret için ayrıca şiirlerde yazdı. Bunlardan sadece bir dörtlüğü buraya almakla yetiniyoruz:
Fikret bu toprakta örnek insandı,
Nura Aşık, karanlığa düşmandı.
Temelden devrimci, bir heyecandı,
ATA, bu davanın neticesidir.
Mustafa Baydar