“Altı Kaval, Üstü Şişhane Diye İfade Olunabilecek Bir Kıyafet, Ne Millidir, Ne de Milletlerarasıdır”

28 Ağustos 1925’de, İnebolu Türkocağı Binası’nda yaptığı konuşmada Atatürk şöyle diyordu:

“Altı kaval, üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet, ne milidir, ne de milletlerarasıdır. O halde kıyafetsiz bir millet olur mu arkadaşlar?”

Atatürk, İnebolu Türkocağı Binası’nı hıncahınç dolduran vatandaşlara, 28 Ağustos 1925’de şöyle soruyordu:

“Bizim kiyafetimiz milli midir?”

Binayı dolduranlar hep bir ağızdan cevap veriyordu:

Hayır! Hayır, milli değildir!”.

Atatürk tekrar soruyordu:

“Bizim kıyafetimiz medeni ve milletlerarası bir kıyafet midir?”

Topluluk yine cevap veriyordu:

“Hayır!”

Atatürk devam ediyordu:

“Size katılıyorum. Tabirimi mazur görünüz. ‘Altı kaval üstü şişhane’ diye ifade olunabilecek bir kıyafet, ne millidir ve ne de milletlerarasıdır. O halde kıyafetsiz bir millet olur mu arkadaşlar?”

“Hayır, hayır katiyen!”

“O halde? Turan kıyafetini araştırıp yeniden diriltmeye lüzum yoktur. Medeni ve milletlerarası kıyafet bizim için, çok cevherli, milletimize layık bir kıyafettir. Onu giyineceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantalon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiidir ki bunları tamamlayacak olan başta güneş siperli başlık. Bunu açık söylemek isterim. Bu başlığın adına şapka denir!”

Şapkayı ilk Giyenler

İşte şapka devrimi böyle başlamıştı. Atatürk, elindeki şapkayı göstererek “İşte buna şapka denir!” demişti. Mustafa Kemal’in “güneş siperli başlık” dediği şapkayı da Türkiye’de ilk defa kim ve kimler giymişti bilir misiniz? Muhafız Alay Kumandanı İsmail Hakkı Tekçe ve arkadaşları. Hem de Atatürk’ün bu konusmayı yapmasından çok önce…

Bu “güneş siperli başlığın” hikayesini İsmail Hakkı Tekçe şöyle anlatır:

“1925 yılı Ocak ayında İstanbul’a gitmek için Atatürk’ten izin istedim. İstanbul’a gelirken hep, evvelden beri düşündüğüm bir şeyi tatbik etmeyi tasarlıyordum. Yıllardır şöyle düşünürdüm. İran ve Afganistan ordularında subaylarla erler vizyerli kasket ve şapka giyiyorlardı. Biz Asya ile Avrupa’nın ortasındaydık. Batı’ya bu memleketlerden daha yakındık. Buna rağmen sarık, takke, fes, kalpak, kabalak, aklımıza ne gelirse onu kafamıza geçirmiştik. Bu beni çok düşündürüyor ve içimden ‘ne zaman başımıza bir şapka giyersek, medeniyete daha çok yaklaşmış olacağız’ diyordum.

İstanbul’da bu işe kendi çapımda bir hal çaresi bulmaya karar verdim. Bahçekapı’da şimdi yıkılmak üzere bulunan “Bi-Ba-Bo”nun bulunduğu yerde, ‘Andelip’ adında plak satan, kabalak yapan bir adam vardı. Ona gittim, ‘Bana vizyer yapacaksın’ dedim. ‘Fermejüplü olacak, kabalakların üzerine takacağım!’

Adam neredeyse yerinden hoplayacaktı:

‘Yapamam’

‘Niye yapamazsın?’

‘Ben, Enver Paşa zamanında Enveriyelerin önüne yarım santim bir sey yapmak istedim de o zamanki Merkez Kumandanı Cevat Bey beni Bekirağa Bölüğü’ne atıp hapsettirdi. Bir daha mı?.’

Adam korkmakta haklıydı. Kendisine teminat verdim. ‘Bu yapacağın vizyerleri burada giydirmeyeceğim’ dedim. ‘Hem bir değil, yirmi tane yapacaksın. Sana söz veriyorum başına bir dert gelmeyecek.

Sende bir şey var

Adamı güç hal razı ettik. Yirmi kadar vizyer yaptırıp, iznim bitince Ankara’ya döndüm. Hemen Mustafa Kemal Paşa’nın yanına çıkıp, geldiğimi bildirdim. ‘Otur bakalım!’ dedi.

‘İstanbul’da ne var, ne yok?’

‘Ne olsun Paşam? Malum-u devletiniz İstanbul bir cennet.’

Atatürk güldü:

‘Başka cennet var mı?’

Sonra şuradan buradan konuşmaya başladık. Orada Nuri Conker, Mahmut Bey (Siirt), Salih Bozok ve birkaç kişi daha var. İçim içime sığmıyor. Vizyerleri söyleyeceğim, ama lafa nasıl girsem. Konuşuyorum ama kafam hep orada. Paşa bende bir şey olduğunu anladı. ‘Bana bak çocuk!’ dedi, ‘Sende bir şey var! Nedir, söyle bakayım!’ Rahmetli sanki karşısındakilerin içini okurdu. Hemen lafa girdim: ‘Paşam, memleketimiz Batı’ya daha yakın olduğu halde, hala kalpakla, kabalakla, fesle, sarıkla, takkeyle dolaşıp duruyoruz. Halbuki İran, Afgan ordularında şapka giyiyorlar. Ben de İstanbul’da kabalağıma göre bir vizyer yaptırdım.’ Atatürk bayağı meraklanmıştı:

‘Nerede bu vizyerli kabalağın?’

‘Dışarıda Paşam!’

‘Haydi git, giy, gel, göreyim!’

Subaylarımı vizyerli kabalak giymeye alıştırma planım çok hoşuna gitmişti

“Başüstüne” deyip dışarı çıkarken birden aklıma geldi: “Efendim müsaade ederseniz durumu bir kere de Milli Savunma Bakanı Fethi Bey’e …” Elini kaldırıp sözümü kesti: “Lüzum yok! Sen devam et!..”.

Hemen dışarı çıktım. Vizyeri kabalağa takıp içeri girdim ve kendisini selamladım. Bir müddet beni süzdükten sonra sordu:

‘Peki bu işi nasıl yapacaksın?’

Onu da düşünmüştüm. Paşa’nın böyle bir soru soracağını tahmin etmiş ve cevabımı hazırlamıştım:

‘Efendim! Önce subaylarıma talimde giydireceğim. Sonra atlı bir tatbikat yapacağım. Cebeci’den Ankara’nın içerisine gireceğim. Samanpazarı’ndan, Karaoğlan Çarsısı’ndan, Meclis’in önünden geçerek, istasyona gideceğim.’

Bunu söylerken kendisine dikkat ediyordum. Dediklerimi beğenmişti. Sordu:

‘Sonra ne olacak?’

‘Sonra, yavaş yavaş bu vizyerli kabalakları başlarında unutup evlerine gitmeye başlayacaklar. Böylece alıştıracağım.’

Bildiğin gibi Yap!

Planımı beğenmişti. ‘Devam et!’ dedi, ‘Bildiğin gibi yap!’

Bu da benim için kanun mahiyetinde bir emirdi. ‘Baş üstüne Paşam!’ deyip dışarı çıkarken birden aklıma Milli Savunma Bakanı Fethi Bey (Okyar) geldi. Döndüm:

‘Efendim, müsaade ederseniz durumu bir kere de Milli Savunma Bakanı’na…’ derken elini kaldırıp ‘Lüzum yok!’ deyip sözümü kesti: ‘Sen devam et!’

Subaylarıma vizyerleri dağıttıktan başka Paşa’nın yaveri Resuhi Bey’e, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Bey’in emir subayı Yüzbaşı Arif’e, Bahriye Vekili İhsan Bey’in yaveri Enis Bey’e de bu vizyerlerden verdim. Hepsi taktı.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra, Diyarbakır’da Şeyh Sait İsyanı başladı. Hükümetle Meclis arasında anlaşmazlık çıktı. Fethi Bey hem Başbakan, hem Milli Savunma Bakanı. İsyanın mevzii olduğunu, daha büyük gelişmeler göstermesine imkan olmadığını iddia ediyordu.

Bakanlar Kurulu ve Atatürk de aksini söylüyordu. İsyan mevzii değildi. İnkişaf ediyordu. Daha büyük kuvvetlerle karşı koymak lüzumu vardı. Hemen bir-iki tümen seferber edilerek isyancıların üzerine gönderilmeliydi. İhtilaf büyüyordu. Bir gün Meclis’te Resuhi Bey’i gördüm.

Baktım, kabalağındaki vizyeri çıkarmış … ‘Ne oluyor?’ diye sordum. ‘Emir böyle. Ben çıkardım, sen de çıkaracaksın!’ dedi. Emrin Fethi Bey’den geldiği belliydi. ‘Ben çıkarmam!’ dedim. ‘Sen yaversin, çıkartabilirsin! Ben kıta kumandanıyım. Vizyerimi çıkartırsam üniformamı da beraber çıkartırım.

Attığım adımdan dönemem, çıkartmam ve çıkartmayacağım!’

Çıkartmadım da! İsyan büyüyünce Fethi Bey çekildi.

Heybeliada’da istirahat eden İsmet Paşa Ankara’ya çağrıldı ve kendisine başbakanlık görevi verildi. Bundan birkaç gün sonra atla istasyondan Sarıkışla’ya gidiyordum. Arkamdan bir ses duydum. Birisi bağırıyordu:

Kumandan bey! Kumandan bey!’

“Döndüm baktım:

‘Kumandan bey! İsmet Paşa hazretleri sizi emrediyorlar.’

İnönü:”Sakin vizyerini çıkarma”

İsmet Paşa’nın arabası, Birinci Meclis’in önünde duruyordu. Hemen atı çevirip yanına gittim, asağı inip kendisini selamladıktan sonra ‘Hoş geldiniz!‘ dedim. ‘Hoş bulduk!’ dedikten sonra başımdaki vizyeri işaret etti:

Sakın kabalağından vizyerini çıkarma!’

Siz emrettikten sonra çıkarmam Paşam!’

Bir süre sonra Şeyh Sait isyanı bastırıldı. Atatürk, Ağustos ayında Kastamonu ve İnebolu’ya bir gezi yapacakı. Ben de beraberindeydim. İnebolu Türkocağı’nda konuşma yaptı. Medeni kıyafetin ne olduğunu anlattı ve sonra ‘Buna şapka derler, kafaya giyilir!’ diyerek elindeki panama şapkayı başına geçirdi. Orada kendisine büyük tezahürat yapıldı. Ertesi gün Kastamonu’ya geçtik.

Vali Fatih Bey memurlara, gençlere ketenden, patiskadan ne bulursa şapka yaptırmış. Hepsi bizi şapkaya benzer şeylerle karşıladılar. Atatürk bundan çok memnun oldu. Ankara’ya döndük. Ankara’da Tıp Kongresi vardı.

Kongredeki bütün gençler nereden bulmuşlarsa birer şapka edinmişlerdi. Hepsi Atatürk’ü öyle karşıladılar ve kendisine büyük tezahürat yaptılar. Artık şapka devrimi gerçekleşmişti. Meclis’ten çıkan kanun bu devrimi yerine oturttu.”

Kaynak: Muhafızı Atatürk’ü Anlatıyor, Emekli General İsmail Hakkı Tekçe’nin Anıları, Yayına Hazırlayan: Hasan Pulur, ISBN: 975-343-295-X, KAYNAK YAYINLARI: 306