Ahmet Rasim

Büyükbabamın matbaası çocuk yaşımda benim için bulunmaz bir yaşam okulu, bir de­neyim kaynağı olmuştur. Okul tatillerinde oradan çıkmazdım. Sürekli ma­kine homurtusu insana vapurda imiş duygusu verir. Zamanı boşuna değil de, bir yerden bir yere giderek bereketli bir hareket içinde harcamak övüntüsü verir. İnsanoğlunun ürettiği en cevherli şeyin, düşüncelerin yayılmasına katkıda bu­lunduğu böbürü verir. Tanrı’ya şükür, çocukluğumda bilinç altıma yerleşen bu güzel fon müziğinden bugüne kadar uzak kalmadım.

Büyükbabamın Matbaa-yı Amire Mü­dürlüğünden çekildikten sonra kendi adına kurduğu Hamid Matbaası, Cağaloğlu’na çıkan kestirme yokuşun solun­da, şimdi işhanlarının yükseldiği alanda, üç katlı büyük yaygın bir yapıyı işgal ediyordu. Büyükbabam kendinden son­ra burayı benim yönetmemi tasarladığı için, beni küçük yaştan itibaren basım işinin tâ içine alıştırmak isterdi. O kadar isterdi ki, beş yaşında babasız kaldığım zaman bu babasızlığı bana duyurmamak için beni çok şımarttığı, Avrupa’dan oyuncaklar alıp getirdiği zaman bile, bu oyuncaklar hep lastik hurufatlı dizgi ka­lıplı küçük matbaa oyuncakları olurdu. On iki yaşıma geldikten sonra da ta­tillerde beni matbaaya götürür, mücellithaneden keski makinesine, müret­tiphaneden tashih bürosuna kadar mat­baanın girdisi çıktısı ile övür olmaya zorlardı. Orada çalıştığım sürece de işçi­ler gibi haftalık verir, böylece paramı haketmek için beni bir iş disiplinine mecbur ederdi. Çalışma disiplinini, alnı­nın teriyle para kazanmayı ve edebiyatın mutfak tarafı olan matbaayı bana küçük yaştan öğreten büyükbabama bundan ötürü minnet doluyum. Daha sonraki meslek hayatımda bunların çok faydasını gördüm.

Bir çeşit akademi

Matbaada en sevdiğim yer mürettiphaneden sonra büyük babamın müdüriyet odası idi. Büyükbabamın geniş bir çevresi vardı. Duvarlarında Leipzig matbaa makine­leri afişlerinin asılı olduğu kaliteli Alman purosu kokan bu odada, devrin ünlü kişilerini, büyük yazarlarını tanımak fır­satını küçük yaştan bulurdum.

Meselâ, Atatürk’ün yakını yazar ve mebus Ruşen Eşref Bey, romancı ve mebus Yakup Kadri Bey, sanat tarihçisi ressam, opera libretisti, ilk sinemacı ve tarihî oyunlar yazan Celâl Esat Bey, Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi’nin oğlu Muhtar Bey, o zaman henüz gencecik bir liseli şair olan Cevdet Kudret hep orada tanıdıklarım arasında idi.

Büyükbabam meşhur biri gelince, onları bana tanıtmaya özen gösterirdi. Bir keresinde beni mürettiphaneden ça­ğırtıp, (Damla Damla) adlı kitabını diz­diğimiz Ruşen Eşref Bey’e ‘torunum’, diye tanıtmıştı. Bana uzatılan tombul beyaz eli kirli ellerimle sıkmak istemedim. ‘Ellerim kirli’, diye özür diledim. Ruşen Eşref Bey’in, Hamdullah Suphi hitabet okulu havasında bir eda ile, ‘iş yapan eller kirli olmaz evlâdım. En temiz eller onlardır. Sen o tertemiz ellerinle benim kirli elimi sık‘, dediğini hiç unutmam. Neyse ki, orada tanış­tığım büyük adamlar hep böyle hikmetli konuşma merakında değildiler. Ben on­lara hayranlıkla bakardım, ama kafam­daki asıl yazar imajı ne Yakup Kadri, ne Celâl Esat, ne Burhan Cahit ne de Ruşen Eşref beylerdi. Onların hepsinden çok önce yine bu odada tanıdığım Ahmet Rasim amca idi.

Yazar olmadan önce insan olmak

Çocukların insan değerlendirmede bazen büyüklerden daha sağ­lam ve şaşmaz bir ön­sezisi oluyor. Ahmet Rasim amcanın yapma­cıksız, alabildiğine do­ğal, kalender, sevecen ve insancıl hali belleğime öyle bir yerleş­mişti ki, bugün dahi aynı canlılıkta orada durur. Babacan sözcüğünün be­nim belleğimdeki ilk ve tek çağrışımı bu­gün dahi Ahmet Rasim olarak kalmıştır. Bu, kısaya yakın orta boylu, pos bıyıklı şişman, kelebek gözlüklü ve rakı sevenle­re has, dünyaya biraz metelik vermez ka­lender adam için büyükbabamın “Tür­kiye’nin en büyük yazan üstad Ahmet Rasim Bey’’ diye yaptığı takdime bile ge­rek yoktu. Bu adamın büyük bir yazar olduğuna o anda çocuk kafamda hemen karar vermiştim. Bence iyi yazar böyle biraz kılıksız olmalı idi. Halktan olmalı idi. Dünyaya biraz boş vermeli idi. Konuşunca herkes gibi konuşmalı, ama tonunda, tınısında, herkesten daha sıcak, daha candan, daha içten bir şeyler olmalı idi. Çocukla çocuk, büyükle büyük, yaşlı ile yaşlı olabilmeli idi. Karşısındakinin bam telini bulabilmeli idi.

Atatürk şımarığı, yeni ve varlıklı bir statünün adamı, öbür edîb-i kiramdan başkalığı işte buradan geliyordu. Ço­cukların sevdiği insana güvenebilirsiniz. Büyüdüm gitti. Şimdi Ahmet Rasim amcanın o zamanki yaşından en az on, on beş yaş daha yaşlı bir yazar oldum. Hayatımda en çok çocuklarla hemen ilk anında sempati ilişkisi kurabilme hassamla övündüğüm kadar hiçbir şeyimle övünmedim. Yazar olmadan önce, insan olmayı ve insan olmadan, iyi yazar olunamayacağını bana ilk öğreten Ahmet Rasim oldu. Kendi farkında bile ol­madan. Ahmet Rasim, büyükbabamın Darüsşafaka’dan sınıf arkadaşı olduğu için kardeş gibi sevişirlerdi. Matbaaya da işi olduğu için değil, dertleşmeye, lâflamaya gelirdi.

Sohbeti de, görünümü kadar sıcaktı. Kimseyi incitmeyen yumuşak bir ve ka­lender bir hümuru vardı. Biraz Bektaşilerinkine benzeyen. Bugünkü Fe­nerbahçe stadının dolayında o zaman (Papazın Bağı) denilen ağaçlıklı bir yer varmış. Bahriyeli Davut Bey namında bir zat burayı kiralayıp kendi sultan keyfi için özel bir meyhane halinde işletirmiş, istemediği hışır, densiz müş­terileri içeri almaz, sırf ihvanını kabul eder özel bir kulüp düzeyini böyle muhafaza edermiş. Ahmet Rasim bakla tarlasına, Trifon Baba’nın meyhane­sine gitmediği geceler, burayı da sık sık onurlandırırmış. Bir gece yine Mahmut Sadık Bey, bestekâr Lemi Bey, bestekâr Bimen Şen ve ressam Muazzez Bey’le kafayı çekerlerken, üç bıçkın ka­pıda belirmiş. İçeri girip içmek istemişler.

Bahriyeli Davut Bey:

Bugün babamın ölüm yıldönümü. Rakı yok. Gidin başka yerde için, diye bunları kovmuş. İçlerinden biri ileriki masada dem­lenen Ahmet Rasim Bey’le arkadaşlarını gösterip:

İyi ama, karşı masadaki beyler içiyorlar ya, diyecek olunca, üsdad, kelebek gözlüklerinin üstünden arsız müşteriye bakıp:

Biz ailedeniz evlât. Yas tutuyoruz, demiş.

Nasreddin Hoca’nın, “Ben teessürüm­den ne halt ettiğimi biliyor muyum?” repliğine çok yaklaşık bu espri uslûbu, Ahmet Rasim’in bütün hümurununda karakteristiğini taşırdı. Harcayıcı, cimdikleyici espriden hoşlanmazdı. Poli­tikadan da hiç hoşlanmadığı gibi.

Gerçek bir yazar

Darüşşafaka’lılık onun kişiliğine belirgin bir damga vurmuştu. (Mümtaz İrfan Ocağı) sayılan Darüsşafaka, gerçekten de sıkı disip­lini, Osmanlı efendiliği­ni, herkese saygıyı telkin edici geleneği ile Türkiye’nin en nazik ve efendi insanlarını yetiştirmişti. Kimde ince ve gösterişsiz bir nezaket görür­seniz, kimde kendini dünyanın ekseni saymayan bir olgun alçakgönüllülüğe rastlarsanız, kimde güzel Türkçe bir te­lâffuz bulursanız, o dönemde hiç yanıl­madan teşhisi koyabilirdiniz. Darüşşafakalıdır muhakkak. Kaç Darüşşafakalıyı tanıdımsa, bu vasıfları yalanlayan bir istisnaya rastlamadım.

Ahmet Rasim’in edebiyatımızda ayrı bir yeri vardır. Saygın beyaz saçları, mabeyn kâtipliğinden edinilmiş hal ve tavrı, hariciyeci ya da Şûra-yı Devlet üyesi üslûbundaki özenli giyimi ile Üstad Halit Ziya, görünümünde olduğu gibi, romanlarında da, kibar bir salona girmişçesine insana önünü ilikleme hissi verirdi. Onun yolunda giden daha az yetenekli yazarlarda bir yozlaşma halini aldığı zaman abesliği daha da vur­gulanan bu frenk özentisi uslûbçu ve inandırıcılıktan uzak edebiyat, Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi gibi iki büyük panzehirle dengelenmemiş olsa idi, belki kuşaklar boyu hasta ve yap­macık bir moda edebiyat sanılıp gidi­lecekti. Ahmet Rasim ve Hüseyin Rah­mi ne Paul Bourget’ye, ne şuna ne buna benzeyen, hiç kimseyi taklit etmeye özenmeyen, bundan ötürü de sade kendi kendilerine benzeyen bir edebiyatın ön­cüsü oldular. Yapmacıksız, uslûp kay­gısız, güncel konuşma dili rahatlığında ve kolaylığında. Günü gününe yazarak, çok söyleyeceği olan yazarların sağlıklı telâşı ile. Ikınıp sıkınmadan. Bundan ötürü de rahat ve kolay algılanan bol bol okunan, yazarlar oldular. İstanbul’un İstanbullunun o dönemlerdeki yaşamı­nın sadık birer kronikcisi oldular.

Ahmet Rasim’in en sevdiğim özel­liklerinden hiri halkçılığı idi. Halit Ziya Uşaklıgil nasıl arkasından Saffet Nezilere, İzzet Melih’lere yol açmışsa, Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi de, Sermet Muhtar’ların, Osman Cemal’lerin Orhan Kemal ’lerin, Adnan Veli’lerin yani halkla övür olmuş yazarların yo­lunu açmışlardı. Ahmet Rasim, halkı anlatırken, bu halkın içine kendi de katılır­dı. Agâh Sırrı Levent’in çok isabetli teşhisi ile, “Doğrudan doğruya kendi­sinden söz ettiği yazılarında bile Ahmet Rasim yine kalabalığın içinde” idi.

Muharrir bu ya

Her gün durmadan yaz­mak ecirliğini (Muharir bu ya) da ne güzel dile getirir. “Lâf değil muharir bu, yaz. Hem çalakalem yaz. Durma yaz. Kaleminin ucuna nasıl gelirse öy­le. Deme kış yaz, yaz, Bu nasihatı kulağına küpe yap. Buna bir rumuz olmak üzere kurşun kalemini kulağının arkasından eksik etme. Yolda yaz. Tramvayda, otomobilde, şimendi­ferde, vapurda, arabada, kayıkta, dur, otur, hopla zıpla, yaz.”

Yazarlığı içine bir girdimi bir daha çıkılmayan bir meslek olduğunu, insanı nasıl bir fikir eciri haline getirdiğini bundan iyi anlatmak mümkün mü? Hem de çalakalem bir tempoyu sade anlamda değil, yazının müziğinde so­luğunda da vurgulayarak. Birgün büyükbabama anlatmış tilkisinin de sınıf arkadaşı olan, İkdam’ın patronu Ahmet Cevdet Bey, Ahmet Rasim’e gazetesinde fıkra yazması için teklif yapmış. Üstadın kabul etmesi üzerine iş telif ücretini saptamaya dayanınca, Ahmet Rasim usta:

Uzun yazarsam, yarım altın isterim, demiş. Kısa yazarsam bir altından aşağı olmaz.

Az ve öz yazmanın telif ücretine yansımış bu nefis değerlendirmesi de unutulacak gibi değildir.

Fuhş-i Atik, Şehir Mektupları, Ha­mamcı Ülfet, Gülüp Ağladıklarım, Ramazan Sohbetleri, Muharrir Bu Ya, Gecelerim, Eşkal-i Zaman, Ciddü Mi­zah, Falaka, ne yazmışsa çalakalem, ama onun için de kaleminin ucuna gel­diği gibi içten ve sıcak yazmıştır.

Dünyaya posbıyıklı babacan bakış

Ahmet Rasim’in güfte­sini kendi yazdığı ve bestelediği. “Bilmem ki sefa, neş’e bu ömrün neresinde” gi­bi hâlâ söylenegelen bir­çok şarkıları olduğunu herhalde benden öğrenecek değilsiniz… Üstadın babası çok gelgeç bir adam­mış. Anasını gebe bıraktıktan sonra bir daha eve uğramamış. Her gittiği vi­lâyette bir kadınla evlenmiş, Ahmet Ra­sim, dikiş dikip kendini büyüten annesi Nevber Hanım’a, büyük bir sevgi ile bağlı idi. Onun talihsiz anacığının anısına yazdığı satırlar da unutulmaz iç­tenliktedir. Şehir Mektupları kitabının bir bas­kısının kabında üstadın bir karikatürü ve altına kendi seçip koyduğu şu mısra vardır:

“Mudhikat-ı dehre ben ölsem de, tasvirim güler.”

Dünyanın komikliğine gülümseyen o karikatürünü çoktan unuttum. Ama, Ahmet Rasim ustanın, herşeye, her­kese sevecen ve insancıl bakan o güleç, o posbıyıklı babacan yüzünü her zaman görür gibiyim.

Hediye bir kalemin uğuru

Sevgili Rasim Usta, yazar­lık hem mihnetli hem de çok zevkli iştir deyişinin hikme­tine artık biz de vardık. Evet senin örneğine özenip senin öğüdünü tuttuk. Aldık elimize kalemi yazdık durduk, yaz kış demedik, gece-gündüz demedik gözlemledik yazdık. Sevdik yazdık, kızdık yazdık, umutlandık yazdık, umutsuzlaştık yazdık, sevindik yazdık, üzüldük yazdık. Yazarlığın insanı tüm varlığı, tüm zamanı, tüm bilinci tüm bilinçaltısı ile, gecesi gündüzü, gerçeği ve düşü ile emen ne doymak bilmez ne kaprisli, kendinden başka sevgili çeke­mez ne kıskanç bir meslek olduğunu bile bile yazdık. Ama yine aynı yazarlığın, bulanık düşünceleri kâğıda dökerken bizi nasıl birden arılığa yalınlığa bir kelime ile düşünceye egemen olmaya götüren bilge bir dost olduğunu da görüp sevinip yazdık. Yalnızlığımızda, umutsuzluğumuzda bizi yok olmaktan kurtaran bir can simidi gibi ona sarılıp yazdık. Uyurken uyanıp yazdık, hasta ve ateşli iken başımızda buz kesesi yazdık, kâğıt bulamadık bazen kâğıt peçeteye yazdık, gömlek manşetine yazdık, yatak çarşafına yazdık.

Dünyada neler yitirme, en yakınla­rımızı kırıp geçirme, ne nimetleri kaçırma bahasına yazdık, yüzlerce kur­şun kalem bitirdik bir o kadar dolma kalem yitirdik. Geçen gün saydım tam yirmi üç daktilo makinesi eskitmişim. Dolu dizgin bir amansız gidişin içinde yorulan, çatlayan atları değiştirir gibi biten kalemi, bozulan ucu, pes diyen yazı makinesini atıp yenisini önümüze çektik. Kaldığımız yerden yine yazdık. Hep yazdık, durmadan yazdık.

Uyarmak için yazdık, öğretmek için yazdık, anlatmak için yazdık, güldür­mek için yazdık, yüreklendirmek için yazdık. Bunların hepsini bir arada yapmayı deneyerek yazdık. Bir gediği doldurduğumuz kuruntusu ile bizden önce söylenmeyeni yakalamak hevesiyle yazdık. İnsan gerçeğini yakaladığımız bir yanı ile Türkiye gerçeğini ayrı bir açıdan verdiğimiz umuduyla yazdık. Yararlı olmak duygusu ile yazdık.

Yazıyoruz da. Yazacağız da. Ölüm bir gün elimizi tutuncaya kadar. Rasim Usta, senin bana o uğurlu ve bereketli elinle hediye ettiğin ucu lastikli kalemin bunda muhakkak payı olmalı.


Haldun Taner