Ahmet Cevat Emre
“Dil devrimine sarsılmaz iman gerek; bütün ulusumuz ve bütün gönlümüzle inanıyoruz ki, devrimlerimizin ulu akımlarında olduğu gibi dil işlerinde de en doğru yol Atatürk’ün açtığı yoldur. O’nun izinden yürüyoruz, yürüyeceğiz de…”
Bu sözler Ahmet Cevat Emre’nindir.
Ahmet Cevat Emre, asker kökenli olup çeşitli yabancı dil bilen, Türk Dil Kurumu üyeliği ve milletvekilliği de yapmış bulunan bir bilim ve siyaset adamımızdır. “İki Neslin Tarihi” adlı yapıtıyla ve dil devrimimizdeki çalışmaları ile ün yapmış ve her zaman O’nun sofrasında yer bulmuştur.
Dil devrimi çalışmaları ile ilgili olarak o günlere ilişkin anılarını şöyle anlatır:
“Birinci Dil Kurultayı’ndan sonra, yeni bir gramerin hazırlanmasını isteyen Atatürk, beni yanına çağırarak şöyle demişlerdir:
– Gramer kitaplarını inceledim, yeni grameri de siz yazarsınız; fakat dikkat ediniz, padişahları öven yazılar bulunmasın!
Biraz durakladığımı görünce açıkladılar:
– Padişah zamanında cumhuriyeti öven yazılara müsaade edilir miydi? Hatta, cumhuriyet kelimesi ağıza alınabilir miydi?
– Anladım efendim, dedim. Bir daha bu yanılgıya düşmeyeceğim!
Atatürk; bu uyarıda bulunurken, önünde Dil Bilgisi adlı son çıkan kitabım açık duruyordu. Bir yazı parçasının bir tarafı mavi kurşun kalemle çizilmişti.”
Yine o günlerdeki kurultay çalışmalarına değinen Emre, anılarını sürdürüyor:
“Atatürk, artık en büyük önemi terim komisyonlarına veriyordu. Bu komisyonlar ellerinden geldiği kadar cep klavuzundan, taramalardan, derlemelerden, Divan’dan… Ve başka kaynaklardan yararlanarak şaşılacak ölçüde çok terim uyduruyorlardı.
Atatürk, bu çalışma biçimini durduracak hiç bir emir vermedi. Ancak, akşamları konuşarak komisyonlara sağlam prensipler aşılamaya bakıyordu:
– Doğu (İslam-Arap) kültürünün terimleri atılacak!
– Batı terimlerinin Türkçe karşılıkları aranacak…
– Bulunacak Türkçe karşılık, Batı teriminin kavramını anlatabilmelidir. Karşılık, terimin kavramını anlatmıyorsa alınmayacak…
– Batı terimi Türk fonetiğine uygun yazım (otografi) ile millileştirilip alınacak; bu terim artık Türkçe sayılarak orta okul ve lise öğreniminde kullanılacak.
Atatürk, bütün komisyonların hazırladığı uzun listeleri gözden geçirmezdi; buna vakti yoktu. Yalnız Riyaziye (Matematik) komisyonunun terimlerini kendi kontrolü altına almış, birer birer tartışmasını yaptırarak alınacak terimleri Türkçe yazımıyla tespite çalışmıştı.
İlk terim “Riyaziye” kelimesi idi. Komisyonun listesinde bu terime bir karşılık bulunamamıştı. Tartışma başladı:
Atatürk:
– “Riyaziye nereden gelir, anlamı nedir?”
Komisyon Başkanı:
– “Efendim, riyazat‘tan gelir, sofuların sıkı perhizi demektir.”
Atatürk:
– “Bunun Batı terimi nedir?”
Komisyon Başkanı:
– “Fransızcası mathématique, İngilizcesi mathematic, Almancası mathematik’tir, efendim.”
Atatürk:
– “Anlamı nedir?”
Komisyon Başkanı:
– “Sayılabilen, ölçülebilen şeylerin sayılması, ölçülmesi yollarını araştıran bilimler demektir.”
Atatürk:
– “Burada sofuların, perhizlerin işi yoktur. Bu terimin Türkçesi matematiktir, efendim.”
Terim, böyle bir tartışmadan sonra, matematik olarak alınmıştır.
Arap harfleriyle yüzyıllardan beri kullandığımız yazının, dilimizi hakkıyla yazmaya elverişli olmadığı, çağdaş uygarlığın kültürünü anlatmaya yetmediği bundan çok önce de anlaşılmıştı. İstibdali huruf adıyla harfleri değiştirmek problemi ortaya konulmuş fakat çözülmesine saltanat ve hilafetin dayandığı bilgisizlik ve gericilik engel olmuştu.
İkinci Meşrutiyet’ten sonra da bu problem bir kere daha basın alanına çıkmış, fakat yine aynı nedenle çözümlenememişti.
Milli Kurtuluş Savaşı’nın en parlak zaferi sırasında, bu sorun tekrar bir toplantıda konuşulmuş ve Büyük Dahi bunun henüz zamanı gelmemiş olduğunu orada hazır bulunanlara anlatmıştı.
İstiklal Mahkemesi’nden kurtulan bir kaç gazeteci -ricaları üzerine- Atatürk tarafından İzmit’te kabul olunmuşlar, yanlış hareketlerini itiraf ederek bağışlanmışlardı. O’ndan, sofrada dinlediğim bu konuşmalarını şöyle aktarabilirim:
– “Ondan sonra, daha içten ve benim anlayışıma göre, daha bilinçli konuşmaya başladık. Ben, çok kıvançlı ve sevinçli idim ki, memleketin aydın kalem ve söz sahipleriyle hembezm (toplantı arkadaşı) olmuştum. Artık uyanıklıklarına güvenerek dedim ki: “Ben hilafeti kaldıracağım!” Hazır bulunanlar, biri müstesna görüşümü kabul ettiler. O, bilmem ne dereceye kadar dini ve İslami duygularla dolu, bilmem ne anlamda Allah ve Peygamber kavramına sahip idi; fakat bana dedi ki: “İşte en büyük yanılgı bu olacaktır, hilafeti kaldırmak… Akıllı işi değildir. Bunu hiç yapmayın ve sizden bu derece mantıksız bir işin çıkacağını beklemiyorum.” Bunları işitenler, karşımdakinin sözlerinde anlam ve mantık var zannına düştüler ve yan yan bana baktılar.
– “Beyefendi, merak buyurmayın; İslam dünyası ne yazık ki bir sürü tutsaklardan oluşup acınacak duruma gelmiştir. Ben, henüz onlarla uğraşabilecek kuvvet, kudret ve mevki sahibi değilim; ben, şimdilik doğrudan doğruya bağlı olmakla kıvanç duyduğum Türk ulusunun kurtuluşundan söz ediyorum. Bu millet şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli ayartmalarıyla aldatılmış olduğunu kanıtlamak isteyen bir adamım.”
O gazeteci, Halifenin makamını korunması husunda çok ısrar ettikten sonra dedi ki:
– Madem ki öyledir, emir buyurunuz, o makam kaldırılsın!
Ben şu karşılığı verdim:
– “Ben o adamım ki, ordunun memleketi; milleti kesin bir sonuca götürebileceği noktalarda emir veririm. Bilim ve özellikle sosyal bilim alanına giren konularda ben emir vermem. Bu alanda isterim ki, bana bilim adamları doğru yolu göstersinler. Onun için siz kendi bilginize, sezişinize güveniyorsanız bana söyleyiniz, sosyal bilimin güzel doğrultularını gösteriniz, ben de izleyeyim.”
Buna karşı o gazetecinin yanıtı şu oldu:
– Halife kalmalıdır. Fakat siz ki bu kadar devrimlerin yaratıcısısınız, millete Latin harflerini kabul ettiriniz.
Ben de ona şu karşılığı verdim:
– “Henüz bu konuda kimseye kesin söz veremem. Daha beklemek zorundayım.”
Tartışma burada sona erdi. Bunun tanıkları çoktur ve hepsi hayattadır. O tarihten sonra dört beş yıl geçmişti. Bugün görüyorsunuz ve o gazeteci de işitiyor ki; ben bu fikrin hararetli taraftarı ve yapıcısıyım. Acaba bu eğilim ve kesinlik bende nasıl oldu?
Eğer ben size bu sorunu ancak son yıllarda düşündüm, dersem, sakın inanmayınız. Ben, ta çocukluğumdan beri bu davayı düşünmüş bir adamım. O toplantıda vermiş olduğum kesin olmayan yanıtı anlamak isteyenlere şu açıklamayı yapmak isterim:
Ben, yalın bir adamım, yani ben düşündüklerimi önce milletimin arzusunda, gereksinme ve iradesinde görmeyi başlıca koşul sayan ve bunu gördükten sonra ancak uygulama ile kendimi yükümlü gören bir adamım.
Her insan bağlı olduğu sosyal topluluğu için düşündüğü bin bir fikir olabilir. Fakat, sağını solunu dinlemeden söylenmiş sözler, benim anlayışıma göre, uzun uzun ve derin denemelerle incelenmedikçe iş alanına çıkmazlar. Her sosyal işte kişisel düşünüşün genel gereksinme ve iradeye uygun olduğunu sezinlemiş olanlar ne olursa olsun başarısızlığa mahkumdurlar.” demiştir.”
Yine Çankaya’da şair ve yazarlarla bir söyleşi sırasında Atatürk, şairin tanımını şu biçimde yaptığını Emre anlatıyor:
“İnsanlarda bir takım ince, yüksek ve temiz duygular vardır ki insanlık onlarla yaşar. İşte o ince, yüksek, derin ve temiz duyguları en çok duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen şairdir.”
Ahmet Cevat Emre’yi 10.12.1961 günü yitirmiştik.