Agop Dilaçar Atatürk’le Anılarını Anlatıyor

Hıfzı Topuz’un TRT’de yayınlanan “Her Hafta Bir Konuk” adlı programından:


Konuşucu— Sayın seyirciler, bu akşamki konuğumuz Türk Dil Kurumu baş uzmanı Agop Dilaçar. Agop Dilaçar 1895’de İstanbul’da doğdu, Amerikan kolejini bitir­di. Sonra dil konuları ile ilgilenmeye başladı. Agop Dil­açar bugün galiba 20’ye yakın dil biliyor: Fransızca, İn­gilizce, Almanca, Slav dilleri, Çince ve bütün Asya dil­leri. Agop Dilaçar Atatürk’ü yakından tanıyan talihli ki­şilerden biri olmuştur. Sayın Dilaçar siz Atatürk’ü galiba 1917’lerde tanı­dınız. Bu döneme ait bazı anılarınızı anlatabilir misiniz bizlere?

Dilaçar — Efendim, Birinci Dünya Harbinde, 1917’de Yedek Subay olarak Halep’de bulunuyordum. Orada dil bilmeyen bir Hintli Subaya yardım etmek için İngi­liz elçiliği ile temas ettim, inzibatlar beni casus zannet­mişler. Takip etmişler beni. Bulunduğum otelin odası­na beni kapattılar. Kapının önüne de bir süngülü nefer diktiler. Sonra beni Halep’ten Şam’a gönderdiler. Çün­kü 7. Ordu Kumandanlığının merkezi orası idi. Beni ora­da kumandanın odasına soktular. Yanımda süngülü bir nöbetçi vardı. Cebimden aldıkları kitap ve ilmühaber, belimden aldıkları tabanca da bir inzibat yüzbaşısının elindeydi. Kapı açıldığında baktım içeride mirliva rüt­besinde bir paşa oturuyordu. İnzibat yüzbaşısı casus di­ye verilen raporu paşaya arzetti. Paşa raporu okudu, sonra bana baktı. «Nasıl oldu da sen kaçmadın?» dedi. Ben de birdenbire köpürdüm, dayanamadım, «Kaçma­dığıma teessüf ediyorum» dedim. «Ben dedim, bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değil». Madalya­nın kurdelası vardı göğsümde. «Kafkas cephesinden kaç­mayan herhalde Şam sokaklarından kaçacak değildir, dedim. Emir buyurun, süngüyü çıkarsınlar.» Yüzbaşı bir tarafa çekildi, çünkü o paşa tabancasını çekip beni vurabilirdi. Değil bir mirliva, bir binbaşı dahi vurabilirdi beni. Fakat o paşa temkinli davrandı, düşün­dü, askere emir verdi. «Süngüyü çıkar» dedi. Süngü çı­karıldı. Paşa yüzbaşıyı çağırdı. «Nesi varsa şu masanın üzerine koy bakalım» dedi. Oraya konan şeyler şunlar­dı: Tabancam, ilmühaberim, bir de şu gördüğünüz kitap. Bu kitabın birinci baskısı.

Konuşucu — Neydi o kitap?

Dilaçar — Turkische Gramatik, yani Türkçe Gra­mer. Ben Diyarbakır’da iken, orada bir Alman nakliye taburu vardı. Oradaki subaylara Türkçe öğretiyordum bu kitaptan. Kitabı kendileri Almanya’dan getirmişler, bir tane de bana vermişlerdi. Paşa yüzbaşıya «Buyurun, çıkın» dedi. Yüzbaşı çıktı. Paşa ayağa kalktı. Bana dö­nerek «Anlat bakalım, bu iş nasıl oldu?» dedi. Ben de olduğu gibi anlattım. Paşa «Sen o Halep’de seni tevkif ettiren paşayı kötülüyorsun ama dedi, o haklıydı». Daha yanaştı bana. Parmağını da bana dokunarak «Ama ben seni anlıyorum, sen gençsin» dedi. O zamanın tabiri ile «Sen ihtiyat zabitisin (Yedek Subaysın). Sen daha aske­ri kanunları okumamışın, dedi. Ama esirlerle temas et­mek yasaktır» dedi. Sonra «Otur bakalım» dedi, beni oturttu. Tabanca­mı verdi. İlmühaberimi verdi. Bu kitabı gözden geçirdi. İlk defa olarak Lâtin harfleri ile yazılı Türkçe’yi burada gördü Atatürk. Türkçe, yani bugünkü harflerimiz değil, ama ona yakın harfler. Açıklamalar yaptık. Ondan sonra «Şam’ı biliyor musun?» dedi. «Şam’ı paşam bilmiyorum» dedim. «Biraz gez de gel», dedi. ilmühaberim cebimde idi. Yani, firar da edebilir­dim. Çünkü ben daha oraya kaydedilmiş değildim. Tam kapıdan dışarı çıkarken arkamı döndüm. Paşa «Gel ba­kalım, senin üstün başın perişan» dedi. Yırtık, pırtık şeyler gördü arkamda. Hemen kartını çıkarıp Mevzi Kumandanlığına iki satır birşey yazdı: «Bu Mülâzım efendiyi giydiriniz ve tabldotunuza dahil ediniz.» Ben de teşekkür ederek çıktım, tabldota gittim, ora­da kaldım. Bir terzi geldi, ölçümü aldı. Bir berber geldi, beni tıraş etti. Birkaç gün sonra yeniden karargâha git­tim. Kumandanı aradım. Kapıyı açınca beni gördü. «Aaa, çok yakışıklı olmuşun. Halâ kaçmadın mı?» dedi bana. Şakalaştı, işte o Paşa Mustafa Kemal’miş. Ondan sonra o paşa Atatürk oldu. Ben de İstanbul’a döndüm.

Konuşucu — Sizin Atatürk’e ait bir anınız daha var. Galiba 1936’da 3. Türk Dil Kurultayına bir tez sunmuş­tunuz.

Dilaçar — Evet efendim. O kurultay’a «Güneş Dil Kurultay»ı denir.

Konuşucu — Tezinizin konusu neydi?

Dilaçar — Güneş – Dil teorisinin antropolojisi. Yani İngilizce anlamı ile antropolojisi, benden Kurum bir tez istemişti, iki türlü tez vardı o zamanlar. Biri kurum adı­ na okunan tezler, biri de şahıslar adına okunan tezler. Ben tezlerimi daima kurum adına okumuşumdur. Ben de bir tez yazdım. Bunu usulen genel sekreter okurdu, kendi notunu da ilâve ederdi. Genel sekreter bu tezleri Deniz evine gönderirdi. Yani, Atatürk’ün Florya’daki ikametgâhına. Son kararı da Atatürk, bunları gözden geçirdikten sonra, verirdi. Yani okunacak mı okunmaya­cak mı, değişiklik yapılacak mı yapılmayacak mı diye. Ben de tezimi verdim genel sekretere. O da Atatürk’e göndermiş olacak. Bir sabah, iki mebus arkadaşa rastla­dım, şöyle dediler: «Dün akşam Atatürk tarihçileri toplamıştı, daima senden bahsetti. Hiç memnun değil. «Ben o genci bu iş için mi getirdim? Neler bekledim ondan?» dedi. Biz sö­zü başka konuya sokmak istedik, fakat o döndü dolaştı, yine seni buldu, haberin olsun.» Ben de bir arabaya atladım ve Florya’daki Deniz evinin yolunu tuttum. Yolda düşündüm. Ne kazanırsam doğruyu söylemekle kazanırım dedim, doğruyu söyleyeceğim. Oraya vardığımda yaver beni hemen Atatürk’­ün odasına soktu. Atatürk pencereden dışarı bakıyordu. Kapıyı vurdum, girdim. Ben daha kapının önündeyken Atatürk sordu: «Sana bu sabah bir şey dediler mi?» Evet Atatürk’üm dedim. Bana anlatılan şeyleri kendisi­ne anlattım. Kendimden memnun olmadığımı söyledim. Benden daha başka şeyler beklendiğini de ilâve ettim. Atatürk «Tabiî dedi, ben neler beklerdim, fakat olmuş. Dün gece tezini yatak odama aldım, okudum, olmuş» dedi.

Konuşucu — Üzerinde düzeltmeler de yapmış galiba, öyle görünüyor.

Dilaçar — Düzeltmeler yaptı efendim, birer birer. Virgülünü dahi düzeltmiş efendim. 

Konuşucu — Kendi el yazısı İle galiba. Bir örnek gös­terebilir misiniz?

Dilaçar — Meselâ «doğuruyor» kelimesini düzelt­miş, kendi Rumeli şivesi ile «duğuruyor» yazmış. «Bunu dikkatle okudum» dedi. Sonra notların son sayfasını çe­virdi, oraya şunları yazdı: «Zevk ve istifade ile okudum, aynen irad olunmalı». Yani, Genel Sekreter bunun kısal­tılarak okunmasını teklif etmişti. Fakat o «Aynen irad olunmalı,» dedi. Ondan sonra kapağı kapadı ve imzala­dı. Başka şeyler de var bende. Bu da Atatürk’ün imzası­nı taşıyor: «Eyi oldu» diye yazmış. Başka bir çalışmamdır. Ertesi gün kendisi de, İnönü de orada idi. Onların huzurunda bu tezi okudum, iki saat sürdü. Atatürk bun­ dan çok memnun oldu.

Konuşucu — Siz bundan sonra dilcilik üzerinde çeşitli araştırmalar yaptınız. Galiba 6 eser yayınladınız: Türk Diline Genel Bir Bakış; Dil, Diller ve Dilcilik; Kudatgu Bilik incelemesi; Türkiye’de Dil Otlarımı; Devlet Dili Olarak Türkçe. Atatürk Dilcilik konusundaki görüşleri­ni de çok yakından öğrendiniz. Bunları özetleyebilir misi­niz?

Dilaçar — 1936 yılının son aylarını 37’nin başlan­gıcını Atatürk bu gördüğünüz kitabı, «Geometri» adlı kitabı yazmakla geçirdi.

Konuşucu — Atatürk buradaki Türkçe sözcüklerin hep­sini kendisi buldu galiba?

Dilaçar — Hepsini efendim, bunun hepsini. «Açı,» «eksi», «artı», hepsini. Eğer Güneş-Dil Teorisine uyula­rak Türkçecilikten vazgeçilmiş olsaydı, Atatürk, meselâ «müselles» kelimesini Güneş-Dil teorisine göre tahlil eder. «Bu halis Türkçedir» diyebilirdi. Ama o Türkçeci­liğe yöneldi.

Konuşucu — Bugün Türkiye’de dilin gelişmesini nasıl buluyorsunuz?

Dilaçar — Efendim, dil birçok bakımdan tetkik edi­lebilir. Fakat en önemlilerinden biri kavram zenginliği­dir. Kavram zenginliği, deyince «müteradif» yani, «eş anlamlı» kelimeler üzerinde durmak gerekir. Atatürk bu konuda bir kaç örnek vermiştir. Bunlardan biri «ilân» kelimesidir. «Harp ilânı» ile, «Cumhuriyet ilânı»nda kul­lanılan «ilân» birbirinden farklı anlamlar taşır. «İlân» kelimesi Osmanlıcadır. Çünkü Osmanlıcayı bilen, bu «harp ilânı» ile «Cumhuriyetin ilânı» arasındaki farkı ortaya çıkarmaz. Kendisi gayet iyi Fransızca bildiği için bunu, bu farkı kavramıştır. Atatürk, Dil Heyeti zamanın­da, Rahmetli Reşat Nuri Güntekin’den 2 ciltlik Larousse’un tercümesini istemişti, kavram zenginliğini temin et­mek için. Şimdi biz Türkçe kelimeler buluyoruz. Fakat bir kelime birkaç anlamda kullanılıyor, aradaki farklar kayboluyor. Bu bakımdan yeniden bir çalışma lâzım. Yani, kavram zenginliği bakımından, hiç olmazsa Avru­pa uygarlığında kullanılan bütün kavramlara birer kar­şılık bulmak mecburiyetindeyiz.

Konuşucu — Atatürk’ün ölümünden bu yana Türk dili bir hayli zenginleşti, değil mi?

Dilaçar — Evet, evet. Bizim Dil Kurumu’nun Genel yazmanı Ömer Asım Bey bunun hesabım vermiştir bize. Yani, şimdi Türkçe kelimeler aşağı yukarı yüzde 80’e kadar işlenmiştir.

Konuşucu — Atatürk’ü ne zaman gördünüz son defa?

Dilaçar — Atatürk ölüm döşeğinde iken Dil Kurumundan dört kişi istemişti. Gittik, fakat kendisini göre­medik, çünkü komaya girmişti. Son olarak Atatürk’ü yi­ne o sene gördük. Yadigâr olarak şu resim kalmıştır bi­ze. Ortada Atatürk, yanında Şükrü Kaya var. Kurum arkadaşlarımız var. Arkada ben varım.

Bizim hepimizi Çankaya’ya yemeğe götürdü. Orada, Atatürk’ün sofra­sında bulunduk. Atatürk’ün sofrasında yalnız yemek iç­mekle değil, tartışılarak zaman geçirilirdi. Bu bir çeşit sempozyumdu. Ama Yakup Kadri’nin dediği gibi Sokratvari bir sempozyum’du. Yani içkiyi böyle yudumlayarak, söyleyerek, münakaşalar yaparak, bilimden söz ederek zaman geçirilirdi. Orada bir kara tahta vardı, ora­da tahliller yapardık. Atatürk bizden şiir isterdi. En çok sevdiği şair Tevfik Fikret’ti. Besteler geçilirdi. Askerler gelirdi Muhafız Alayından, güreşirlerdi. Daha bir çok şeyler yapılırdı sabaha kadar. Böyle şeylerle geçerdi Atatürk’ün sofrası.

Konuşucu — Çok teşekkür ederim. Sayın seyirciler bu akşamki konuğumuz Agop Dilaçar’dı. İyi akşamlar..