Adı Söylenmeden Satılan Gazete: İzmir’e Doğru
İzmir’e Doğru Kuvvayi Milliyenin Merkezinde hazırlanıyor soğan sepetleri arasında İzmir’e gönderiliyor gizli gizli satılıyordu.
Hazırlayan: Ömer Sami Coşar, Milli Mücadele Basını, 24 Temmuz 1962
MAYIS ayının yağmurlu, karanlık bir günü… İzmir Kordonboyu’na Yunan askeri çıkmış, bando önünde yürüyor. Anadolu’nun işgaline doğru atılan ilk adımlar! Hemen orada bir kıraathanede, saçları dağınık bir genç söylenip duruyor:
«Kollarını sallaya sallaya mı girecekler? Olmaz, olamaz ki! Sonunda ölüm, kan var! Bunu anlamalılar.»
O güne kadar kalemi ile bu akıbeti göstermeye çalışmış bir gazeteci bu: Osman Nevres. Ve birden yerinden fırlamış, aynı anda kendini ilk Yunan işgal askerlerinin karşısında bulmuştu. Pek az önce kalemini kıran parmakları arasındaki tabanca şimdi kurşun, ölüm saçıyor. Evvelâ korku, şaşkınlık ve sonra da karşılarında yalnız bir kişi görüp cesaretlenen işgal süngülerinin daldırılıp çıkarıldığı, böylece şeklini bile kaybeden bir vücut… İstiklâl mücadelesine açılan yolda, istilâ kuvvetine ilk kurşunu atan, ilk zayiatı verdiren şehit bir Türk gazetecisinin nâaşı bu…

ARADAN tam altı ay geçmişti. 1919 yılı Kasım ayının son günleri. Karşıyaka üzerindeki istasyonlardan birine Balıkesir’den gelen trenden soğan dolu bir kaç sepet indirmişlerdi. Manisalı Mehmet, Akhisar’dan trene verilmiş olan bu emaneti, Yunan nöbetçilerinin gözleri önünde almış, sakin, istasyondan ayrılmışt. Evinde yolunu gözleyenler vardı. İlk sepeti boşaltmışlar, yalnız soğan çıkmış, heyecanla diğerine sarılmışlardı. Bu defa gözleri ışıldıyordu. Soğanların altında ezilmiş, büzülmüş soluk kâğıt desteleri vardı. Bunları dikkatle ayırmışlar, buruşuklukları gidermek için uğraşmışlar, aralarında taksim etmişlerdi. Biraz sonra Manisalı Mehmet’in evinden çıkanlar arasında yalınayak, üstü- başı yırtık bir çocuk da vardı. İşte o günün akşamı… Nevres’in şehit düştüğü yerin hemen yakınında. Yalınayak, üstübaşı yırtık bir çocuk dolaşıyordu. Bir ara, Türk olduğundan emin, fesli birine sokulmuştu: ‘Ondan da var abi…’
Koynundan çıkardığı buruşmuş, soğan kokan kâğıt parçası aynı anda karşısındakinin göğsünde kaybolmuştu. Yalınayak çocuk duvara yaslanmış bekliyordu. Savrulan saçlarının biraz üstünde yer yer parçalanmış bir işgal beyannamesi vardı:
«İzmir müslüman ahalisine,
İZMİR’E DOĞRU namlı cerideyi satanlar, alanlar, okuyanlar, okutanlar…»

Üst tarafı yok! Körfezin sert rüzgârı alıp götürmüş! Kalsaydı ne olurdu? Üstübaşı yırtık çocuk ne sattığını, yakalanırsa başına neler geleceğini biliyordu. Alanlar da… Fiyatı iki kuruş olan bu tek yapraklı gazete… İşte İZMİRE DOĞRU! Adı söylenmeden satılan gazete! «Ondan da var»larını tüketen, boyu küçük gönlü dolu müvezzi çocuğu, ellerini oğuştura oğuştura karanlığa karışmıştı. O gece, kendisine rastlayanların evlerinde sanki bayram vardı. Sıkı sıkı kapatılan perdelerin gerisinde soğan kokan gazetenin etrafında toplanılmış, her satırı defalarca okunuyor, tekrar ediliyordu. Hele başlığı ve o başlığın altındaki cümle yok muydu:
«Hareketi Millîyenin hadim ve mürevvicidir.»
Demek ki İzmir’e doğru bir hazırlık oluyor, Anadolu içlerinde bir millî hareket doğuyor. Demek ki istiklâl ve hürriyet uğruna. İzmir için çırpman bir Kuvayi Millîye var. Yoksa bu gazete. (Kuvayı Millîye Cephelerinden) başlığı altında haberler verir miydi? O gece İzmir’in bir çok evinde 20 Kasım 1919 tarihli (İZMİR’E DOĞRU) daki bir makale öylesine heyecan ve hayret uyandırmıştı ki! Ateşli bir kalem «Sefil Emeller» başlığı altında, Kuvayı Millîyeye karşı silâh atan ve saray tarafından da beslendiği bilinen Anzavur ile çetelerine öylesine hücum ediyordu ki! Acaba yazar «Anzavur ve efendileri» derken sadrâzamı, padişahı, topunu mu hedef tutuyordu? Tek yapraklı bir gazete! Yunana da, bütün itilâf devletlerine de, saraya da meydan okuyordu. Kimbilir ne büyük bir kuvvete dayanıyordu?
İşgal altındaki İzmir’e ışık getiren, böylesine pervasız mücadele bayrağını açan bu gazetenin neydi bu muazzam kuvvet kaynağı?
O günlerde Balıkesir’de, Halit beyin konağının birkaç odasını «Kuvayı Millîye karargâhı» yapıvermişlerdi. Bu öyle bir karargâhtı ki, cepheleri yaygın, düşmanı bol fakat silâhla cephanesi kıt, efradı da dağınık, irtibatsız ve çok noksandı. Oradaki 61. fırka kumandanı Miralay Kâzım (Özalp) onlarla birlikti. Fakat mütareke bu fırkada da, fırkaya benzer taraf bırakmamıştı ki. Karargâhın ilerisinde istasyonda bir Fransız kıtası… Şehrin içinde de «İngiliz Muhipler Cemiyeti»…
İZMİR’E DOĞRU gazetesi işte bu şehirde, böyle bir karargâhın sözcülüğünü üzerine almıştı. Kuvvet kaynağı yalnız vatan sevgisi ve bu uğurdaki mücadele azmiydi. Karargâhı kuranlar, gayelerini, fikirlerini köylere kadar iletip anlatacak, işgal altında inleyen İzmir’e ümit taşıyacak bir gazetenin lüzumuna inanmış kimselerdi. Teşebbüsün bayraktarlığını da üç genç yapmıştı. Vasıf ve Esad kardeşlerle Mustafa Necati. Vasıf (Çınar) mes’ul müdür olmuş, kardeşi Esad yazı müdürlüğünü üzerine almıştı, Vasıf ile Mustafa Necati başmakaleleri yazacaklar, üst tarafını 22 yaşındaki Esad tamamlayacaktı. Balıkesir Vilâyet matbaasının kırık dökük birkaç kasa hurufatı ve elle güçlükle çevrilen köhne baskı makinesi ile mücadeleye atılıyorlardı. Esad (Çınar)’ın direnmesi ile (Kuvayı Millîye), (Mücadeleyi Millîye) gibi adlar terkedilmiş, gazeteye (İZMİR’E DOĞRU) adı konmuştu.
İşte, haftanın iki günü İzmir’e ümit taşıyan, Ege bölgesine Kuvayı Millîye ruhunun ilk aşılarını yapan tek yapraklı gazetenin yazı kadrosu, varlığı buydu. O, derin bir imanla daha 1919 yılının aralık ayında şöyle haykırıyordu:
«İzmir, Adana, Türkün her bulunduğu diyar bizimdir ve bizim olacaktır.»
Hemen her nüshası, milleti silâh başına dâvet eden bir çağrı bir defasında «Kardeşleri kurtarmak, istikbali hazırlamak için haydi kardeş vazife başına» diye bağırıyor, diğer bir defasında bir Bursa gazetesinden şu cümleleri alıyordu: «Bursalılar silâh başına, kabadayılar, delikanlılar, söz yüzünden katil olanlar, bir kahve yüzünden kardeş kanına giren, mertlik dâvasında gezen yiğitler ne duruyorsunuz? İzmir’e… İzmir’e…»
16 Kasım sabahı çıkmaya başlarken bin nüsha kadar basılmış olan İZMİR’E DOĞRU, ihtiyacı karşılayabilmek için baskısını 4 misli arttırmıştı. Kolay olmuyordu. Elle çevrilen bir makine ile dört bin gazete basmak! Yazı müdürü Esad da, genç mürettip çırakları Nefi (Demirlioğlu) (1) ve Mansur (Tekin) (2) de kolları sıvayıp makinenin başına geçiyor, saatlerce kol çeviriyorlardı.
Şöhreti İstanbul’u da bulmuştu. Oraya gizlice 300 nüsha yolluyorlardı. İstanbul’da sansür yüzünden neşredilemeyen yazılar, Kuvayı Millîyeci bu gazeteye gönderilmeye başlanmıştı. Recaizade Ercüment Ekrem, Türkün büyük dostu Pierre Loti’nin yazdığı ve kendisinin de tercüme ettiği (Bize lâzım olan müttefikler) başlıklı yazıları bir akşam Bandırma vapuruna gizlice vermiş, Balıkesîr’e ulaştırmıştı.

İZMİRE DOĞRU o hafta, bunlara sütunlarında geniş yer ayırıyordu. İstanbul’daki dostlarından yalnız yazı mı geliyordu? 1919’un Aralık ayının ilk haftasıydı. Esad (Çınar) gene Bandırma vapuru ile gelen küçük bir pakete heyecanla sarılmış, içinden çıkan küçük çinko parçasına dakikalarca bakmıştı. İki hafta önce Balıkesir’de, İzmir için halk miting yapmış, yazı müdürü bunun resmini çekmiş, klişesini yaptırmak üzere gizlice İstanbul’a yollamıştı. Balıkesir’de bunu yapacak kimse yoktu ki? Yazı müdürü bu resme büyük önem veriyor, «resmin yazılardan fazla tesiri olur» diye düşünüyordu.
11 Aralık 1919 sabahı çıkacak gazetesine. 15 gün evvel yapılmış mitinge dair resmin klişesini yerleştirirken sevincine sınır yoktu. Fakat yaşananlardan da kötü günler gelmişti. 16 Mart’ta İstanbul’un itilâf devletleri tarafından fiilen işgali, gazetenin yazı, haber kaynaklarını sekteye uğrattığı gibi, oradaki dostları da Balıkesir’e kâğıt yollamakta zorluk çekmeye başlamıştı. 1920’nin ilk ayında, haftada üç defa çıkacağını okuyucularına müjdelemiş olan İZMİR’E DOĞRU, Mart ayında üzülerek ilân ediyordu ki, tekrar haftada ikiye düşmektedir.

Ellerinde biraz kâğıt kalmıştı, bunu idare etmeyi düşünüyorlardı. Yalnız artan tehlikeler aksine mücadele azimlerini sertleştirmişti. 28 Mart sabahı Mustafa Necati, İZMİRE DOĞRU’nun sütunları arasından İstanbul’a şöyle haykırıyordu:
«Damad Ferit Paşa ve hempaları gibi vatan hainlerinin mahiyetlerini bütün millet artık lâyikiyle anlamıştır. Bu gafiller boşuna uğraşıyorlar. Bu sefiller yakında anlayacaklardır ki, Kuvayı Milliye bütün milletin samimî ruhundan doğmuş mübeccel ve kahir bir kuvvettir. Bütün mütecavizlere karşı vatanını ve milletini sonuna kadar müdafaa edecektir.»
Artık kendini yalnız da hissetmiyordu. Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa’nın çalışmaları birden hararetlenmişti. Fakat gene de felâket günü gelmiş, çatmıştı. 22 Haziran’da Yunan, taarruza başlıyordu. Saldıran, tam teçhizattı 3 fırka! 30 bin Yunan askerinin önünde, toprağına inatla sarılan 6, 7 bin Türk! Biraz asker, çoğu milis!
İZMİR’E DOĞRU’nun başyazarları da cephede. Yerlerini, İzmir’den kaçıp gelmiş olan öğretmen İsmail Habib’e bırakmışlardı. Yunan uçakları sabah akşam şehre uğruyor, bomba savurup gidiyordu. Vilâyet matbaasında ise köhne makinenin kolu dönmekten bir an geri kalmamıştı. 27 Hazlran’da İZMİR’E DOĞRU gene tam vaktinde çıkmış, sarılmakta olan Balıkesir’in halkına, son bir gayretle ümit getirmeye çalışmıştı:
«Bu milletin ruhunda nereden geldiği belli olmayan esrarengiz sihirli bir hayat kaynağı var. Bu millet artık yaşamaz dediler, öyle iken işte yine kalktık.»
Yunan kıtaatı iyice yaklaşmıştı. Gene de 30 Haziran sabahı çıkacak İZMİR’E DOĞRU’nun hazırlanmasında hiç bir gecikme olmuyordu. İntişar tarihinden bir gün evveldi. Karargâhtan fırlayan bir genç İsmail Habib’e seslenmişti: «Müjde. Vasıf bey cephede bir kurşunla, bir Yunan tayyaresi düşürmüş!» Yeni başyazar da yazı müdürü Esad’ı aramaya koyulmuştu. Haberi mutlaka gazeteye yetiştirmeli diyordu. Yalnız sevinmesi kısa sürecekti. Çünkü bu bir parola idi ve cephenin tutulamadığını anlatıyordu.
İşte o akşam vilâyet matbaasının çıraklarından Mansur (Tekin) ertesi günü için hazırlanan yazıların provalarını Kuvayı Milliye karargâhında gazetenin idarehanesine – yani kuru bir masa ile dört iskemlenin bulunduğa küçük odaya – götürmüştü. Kimseler yoktu. Sağa sola bakınırken, acele adımlarla aşağı inmekte olan birine rastlamıştı:
«— Ne arıyorsun?»
«— Gazetenin provaları.. Tashihleri yapılacak ta …»
Cevap çok kısa olmuştu:
«— Ne gazetesi be… Yunan girdi bile şehre…»
Demek ki İzmir’den sonra işgâle uğramak sırası Balıkesir’e gelmişti. Bütün Ege’de mücadele ruhunu yaymış olan İZMİR’E DOĞRU’nun basılamayan son nüshası… Yunan askeri, şehrin sokaklarından geçerken hâlâ vilâyet matbaasında prova tezgâhı üzerinde duruyordu. Yunanistan’ı Ege’ye uzanmış, çalacak toprak arayan parmaklara benzeten, «Bir gün bakın bu parmakları nasıl kıracağız» diyen son başmakalesi ile İzmir kordon boyunda Osman Nevres’ten mücadele bayrağını alanlar şimdi biraz daha Anadolu’nun içerlerine, onlar gibi bu bayrağı inatla taşıyan tek yapraklı meslektaşlarının yanlarına doğru çekiliyorlardı. Sönen gazetenin son başyazarı İsmail Habib, Bıırsa’ya doğru çekilirken, yollara dökülen göç kafilelerine bakıyor, hâtıra defterine şu satırları karalıyordu:
İki buçuk asırdır Macaristan’dan kaçanlar Rumeli’ye Rumeli’den kaçanlar Anadolu’ya doldu. Sen nereye gidiyorsun Anadolu?
(1) NEFİ DEMİRLİOĞLU: İstanbul Ağır Ceza Reisi, Kurucu Meclis âzası, avukat. (2) MANSUR TEKİN: İlk Öğretim müfettişi: Basma Yazı ve Resimleri Derleme Müdürlüğünden emekli