Acı 18 Kasım Günü
Ağırbaşlı, kalbi yumuşak, İNSAN Celâl Bayar’ın İstanbul’a her gelişini gazeteler şu tarzda bildirirlerdi:
“Başvekil Celâl Bayar, Ankara’dan gelmiş, Haydarpaşa istasyonunda Vali ve Belediye Reisi, Kumandan, Emniyet Direktörü, Parti ve Belediye erkânı ve diğer zatlar tarafından karşılandıktan sonra, Büyük Önder’e saygılarını sunmak üzere Acar Motoru ile doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gitmiştir.“
Bu hal, aylarca, değişmeksizin böyle devam etmişti. 18 Kasım 1938’de Başvekil Celâl Bayar yine Ankara’dan geldi. Yine Haydarpaşa istasyonunda Vali ve Belediye Reisi, Kumandan, Emniyet Direktörü, Parti ve Belediye erkânı ve diğer zatlar tarafından karşılanarak Büyük Önder’e saygılarını sunmak üzere Acar Motoru ile doğruca Dolmabahçe Sarayı’na geçti. Fakat nasıl…
18 Kasım 1938 günü Celâl Bayar, Dolmabahçe sarayının aziz tabutu taşıyan salonu hizasında motordan inmiş ve büyük bir sükûn içinde salonun kapısına doğru yürümüştü.
Kapıya vardığı sırada ucu bucağı gelmeyen halk dizilerinin bir bölüğü daha, hemen ardında yer almıştı. Muztarip Başvekil, onlarla birlikte, ayaklarının ucuna basıp yürüyerek hıçkırıklar ve çığlıklar arasında Muazzez Tabutun önüne kadar geldi. Ve onun ayakucunda eğilerek ebedî saygısını sundu.
Sonra kenarda, Atatürk’ün arkadaşlarına tahsis edilen bir bölümede durup elleri bağlı olarak bekledi.. Şimdi ona direktif veren Atatürk’ün kendisi değil; milletinin ağlayış ve feryadı idi. İçerisine Atatürk’ün davası ile birlikte ayrılış acısı sinmiş milletinin “Beni bırakma!“ direktifi!
Atatürk’ü ziyaret günlerinin sonuncusu idi. Dolmabahçe kapıları henüz halka açılmamıştı. Büyük Ata’nın tabutu bulunan salonda nöbetçiler ve birkaç gazeteciden başka kimse yoktu.
Beyaz saçlı bir Albay sol kapıdan büyük bir sükûn içinde girerek bütün iman ile tabuta kadar yürüdü. Ona döndü. Eğildi.. Sonra yüreği kanmamış gibi diz çökerek tabutun mevzu bulunduğu platformun ucunu öptü. Kalktı; tekrar eğildi ve yavaş yavaş sağa doğru yoluna devam ederek büyük salonun en gerideki sütunlarından biri önünde ellerini bağlayarak durdu. Kumandanına ağlıyordu.
Akın akın tabutun önünden geçen halk arasından bir çığlık:
– Evlâdımı alsaydın, O’nu almasaydın Allahım!
Bir genç kız, annesine metanet vermek için onun koluna girerek geçmeyi kararlaştırmış… Fakat tam tabutun önüne geldikleri sırada ikisi de dayanamıyorlar, perişan ağlıyorlar.
Şapkalı bir kadın kundaktaki çocuğu ile geçerken geriye dönüp tekrar tekrar bakarak ve her baktıkça gözünde, hakikat gittikçe büyüyerek, sarsılarak ağlıyor…
Ufak mektep çocukları, dışarıdan kendilerine tembih edildiği gibi hareket etmek azmi ile selâm vaziyetini bozmamak için, ellerini yanlarından ayırmaksızın ve böylece gözlerini silmeyerek hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar.
Ve, O, kırmızı sancağı saydığı için uzanmaya razı olduğu yerinden katiyen eminim şöyle diyor:
– Ağla!.. Sana sevmeyi öğrettim. Yıllarca tefrika, tezebzüp içinde kimsesiz yaşamış koca millet! Sana sevmeyi öğrettim. Ağla.. Fakat ümitsizliğe düşmeden, geleceği unutmadan, beni ve benim şahsımda harekete gelmiş iradene hürmet edip yürümekten geri kalmayacakları severek, sayarak ağla… Bu, sana, mazhar olduğun ebediyetin ilk terennümüdür.
Hikmet Münir