Abdürrahim Tuncak Anlatıyor – 6
Mustafa Kemal beni kucaklayıp öptü: ‘Bak, Abdürrahim’i de görebiliyorum, anne’ dedi. ‘Kör olsaydım, görebilir miydim, hiç?’
Mustafa Kemal, Annemle Beni Halep’e Getirtti
Mustafa Kemal Paşa, 20 Temmuz 1917 tarihinde, VII. Ordu komutanı olarak Suriye’de göreve başlamıştı ama…
Suriye’deki tüm orduların başında bulunan Alman Mareşali Von Falkenheim’ın Kurmay Başkanı Albay Von Dumez ile ‘yıldızı bir türlü barışamamaktaydı.’
Dumez, Mustafa Kemal’e hakkı olan ordu komutanlığını, tüm birlikleriyle vermekten yana değildi.
Oysa VII. Ordu komutanı olarak atanan Mustafa Kemal, bu orduya bağlı tüm kolorduların emrine verilmesini ve cephenin belli bir bölümünde kumandanın, kendi sorumluluğuna bırakılmasını istiyordu.
Dumez ise, Mustafa Kemal’in bilgisi dışında daha yüksek makamlara yazılar gönderiyor ve onun, böbrek rahatsızlığını öne sürerek sorumlu bir görev almak istemediğinin anlaşıldığını bildiriyordu.
Oysa Mustafa Kemal yalnızca, bir ordu komutanının hakkı olan şerefli makamı ve o makamın yetkilerini istemektedir.
O sırada Türk-İngiliz Cephesi, Filistin’in güney sınırında, Sina Çölü kapılarındaydı. Fakat İngilizler üstündü. Bir kanatları denizde donanmaya, öteki kanatları çöle ve çöldeki ücretli Arap kabilelerine dayanmaktaydı.
General Falkenheim’ın planı, Sina Cephesi’ne bir saldırı düzenleyerek İngilizler’i Süveyş Kanalı’na doğru sürmekti.
Falkenheim, VIII. Ordu ile cepheden, Mustafa Kemal’in VII. Ordusu ise kıyı boyunca Birussebi üzerinden saldırıya geçecekti. Bu saldırı düzeninde en önemli görev, Mustafa Kemal’e ve başında bulunduğu VII. Ordu’ya düşüyordu. Özetle, yeni bir Sina serüveni açılıyor, yeni bir çöl seferi başlıyordu.
Mustafa Kemal, hem İngiliz ordusunu, hem de İngiliz donanmasını tanıyordu. Çanakkale’de onlarla boğaz boğaza boy ölçüşmüştü. Ve bir adım geri çekilmedikten başka, cephesindeki düşman güçlerini, topraklarımızı bırakıp gemilerine dönmek ve kaçmak zorunda bırakmıştı.
Fakat Çanakkale’deki durum, karşı tarafın dediği gibi “Devler diyarında bir devler savaşı“ydı. Orada memleketin ölüm kalımı teraziye konulmuştu. Oysa Sina Çölü’nde, Mustafa Kemal bir serüvene taraftar değildi. O disiplinli bir savunma taktiği ve stratejisi istiyordu. Falkenheim ise bu görüşte değildi. O, Alman genelkurmayının da görüşlerini uygulama çabasına uyarak, İngilizler’e karşı saldırı hareketlerine girişilmesi taraftarıydı.
Mustafa Kemal huzursuzdu. Bu kez de yine kaleme sarıldı ve ayrıntılarıyla incelediği durumu, siyasi nitelikte bir rapor olarak hazırladı.
Birinci Dünya Savaşı’nın önemli belgeleri arasında yer alan bu rapor, yalnızca bir askeri kumandanın, herhangi bir stratejik hareket üstünde, üstlerine yazdığı mesleki bir bildiri değildi. Rapor çok cepheliydı ve ileriye yönelikti. Memleketin içinde bulunduğu maddi ve manevi çöküntü, raporda her cepheden ve cesaretle açıklanmaktaydı.
Bir kopyası Sadrazam Talat Paşa’ya da gönderilen bu raporun aslı, Başkumandan Enver Paşa’ya gönderilmişti.
Başkomutanlık bu raporu kabul etmemiş, raporda ileri sürülen fikirleri, resmi ve dar bir üslupla reddetmişti.
İşte bunun üzerine Mustafa Kemal, hiçbir askerin, hele bir ordu kumandanının yapamayacağı ve hatta bir bakışta yapmaması gereken bir şey yaptı ve…
“Kendi kendini kumandanlıktan affederek” kendi vekilini kendi tayin edip, görevinden çekildi. Onun bu davranışı bir istifa eyleminden başka birşey değildi; ama alışılagelmiş istifalara da benzemiyordu.
Bir ordu kumandanının, bir savaş cephesinde ve hem de bir saldırı öncesinde böyle bir davranışı, kanunların ve savaş disiplininin kapsama alanı içinde görülen bir olay değildi.
Genelkurmay ve Başkomutanlık Vekaleti, bu davranışı sert ve kesin bir kararla karşılayabilirdi; ama böyle yapmadı. Önce Mustafa Kemal’i kararından vazgeçirmeye, istifasını geri almaya razı etmeye çalıştılar. Bu, sonuç vermeyince, onu yeniden eski görevine, yani Doğu Cephesi’ndeki II. Ordu komutanlığına atadılar.
Mustafa Kemal, bu yeni görevini de reddetti. Suriye’den ayrılıp İstanbul’a dönmeye karar vemişti. Kendi deyişiyle, “bir asi kumandan“ olarak dönecekti İstanbul’a.
Artık bir ordu komutanı olmadığı için Halep’te şimdi, İstanbul’dan tanıdığı yakın bir aile dostlarının, Salih Fansa’ların evinde konuk olarak kalıyordu.
(Abdürrahim Tuncak, Mustafa Kemal’in ‘o günleri’nin İstanbul’a, Akaretler’deki evlerine yansımasını anlatıyor)
Mustafa Kemal Paşa’nın Suriye’deki huzursuzluğu, İstanbul’a, Akaretler’deki 76 numaralı eve, başka bir biçimde yansımıştı. Annem bir gün evde ağlıyordu. Ne olduğunu sorduk. ‘Mustafa’m kör olmuş’ dedi ağlayarak. ‘Mustafa’mın gözleri görmüyormuş artık…’
Bu haberi kimden aldığını sorduk. ‘Mahallede herkesin ağzında dolaşıyor bu haber’ dedi. ‘Bazı komşularımız geçmiş olsun bile dediler.’
Annemin duyduğuna göre Mustafa Kemal Paşa, çölde bir kum fırtınasına yakalanmış, kum tanecikleri ok gibi gözlerine girmiş… Mustafa Kemal Paşa’nın gözleri görmez olmuş. Annem bu haber üzerine bir hafta durmaksızın ağladı. Bir hafta sonra Cevat Abbas Bey geldi eve. ‘Halep’e dönüyorum’ dedi. ‘Mustafa Kemal Paşa’ya sağlık haberlerinizi götürmeye geldim.’
Mustafa Kemal Paşa’nın Çanakkale’de yaverliğini yapan, ondan sonra da onun yanından hiç ayrılmayan Cevat Abbas Bey ailemizin bir ferdi gibiydi. Annem onu bırakmadı. ‘Mustafa’mın gözleri kör olmuş’ dedi. ‘Beni ona götüreceksin… Mustafa’mı göremezsem, ölürüm ben burada…’ Cevat Abbas Bey, böyle bir şey olmadığını söyledi; ama annemi inandıramadı. Onun üzerine bir öneride bulundu: ‘Ben yarın yine gelirim’ dedi. ‘Bu konuyu yarın konuşuruz.’
Cevat Abbas Bey ertesi gün geldiğinde, müjdeli haberi de beraberinde getirdi:
‘Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf çektim, ne kadar üzgün olduğunuzu ve oraya gelmek istediğinizi bildirdim’ dedi. ‘Biraz önce kendisinden bir telgraf geldi. Sizi de getirmemi emrediyor. Abdürrahim’i de getirin diyor.’
Annem beni de aldı yanına. Halep’e asker ve cephane taşıyan bir trene bindik. Cevat Abbas Bey, annem ve ben, bir haftadan daha fazla süren tren yolculuğundan sonra Halep’e vardık. Mustafa Kemal Paşa, Halep eşrafından Salih Bey’in konağında misafir kalıyordu. Cevat Abbas Bey bizi oraya götürdü.
Annem Mustafa Kemal’le karşılaşınca kendi tutamadı, ağlamaya başladı. Uzun uzun sarıldı, öptü onu… Mustafa Kemal Paşa da fena olmuştu; ama belli etmemek için gülümsüyordu:
‘Bak işte kör değilim anne… Seni görebiliyorum’ dedi.
Zayıflamış ve yüzü süzülmüştü. ‘Biraz hastalık geçirdim, şimdi düzeldim’ dedi. Mustafa Kemal Paşa beni kucaklayıp öptü.
‘Bak sana küçük Abdürrahim‘i de getirdim’ dedi annem. Mustafa Kemal Paşa da, ‘Çok iyi etmişsin, anne’ dedikten sonra anneme beni gösterdi:
‘Bak, Abdürrahim’i de görebiliyorum, anne’ dedi. ‘Kör olsaydım, görebilir miydim, hiç?’
Annem ve ben de Salih Bey’in konağında misafir edildik. Fakat orada galiba bir kez yemek yedik. Çünkü her akşam başka bir eve, ziyafete davet ediliyorduk. Mustafa Kemal Paşa’nın annesinin geldiği haberini duyan dostlar, birbirleriyle ziyafet yarışına girişmişlerdi.
Salih Bey’in konağı, büyük bir portakal bahçesinin ortasındaydı. Mustafa Kemal Paşa sık sık bahçede otururdu. Ben de hep, onun çevresinde oynardım.
Bir gün bahçede oynadığım sırada beni yanına çağırdı: ‘Senin burada bir fotografını çektireyim mi?’ dedi. Ben de ‘Evet’ dedim.
Emir verdi, ordunun terzisini getirtti ve bana bir gecede, yöresel giysi diktirdi. Orduda görevli bir doktor yüzbaşının fotoğraf makinesi vardı. Ertesi gün doktor yüzbaşı fotoğraf makinesiyle Salih Bey’in bahçesine geldi. Bana da içeride, yöresel giysilerimi giydirdiler. Bahçeye, Mustafa Kemal Paşa’nın yanına gittiğimde, beni görünce gülmeye başladı.
‘Tam buralı bir delikanlı olmuşsun’ dedi ve yan tarafı gösterdi. ‘Gel burada, yanımda otur.’
Doktor yüzbaşı, fotoğraf makinesini hazırlamış, fotoğrafımızı çekmek üzereyken, Mustafa Kemal Paşa biraz durmasını söyledi. Çanakkale’den beri yanından ayırmadığı tabancasını çıkarttı, benim belime taktı. Belimin öteki yanına ise, kuşağın arasına, kendi kasaturasını yerleştirdi. ‘İşte şimdi oldu’ dedi ve doktor yüzbaşıya döndü:
‘Fotoğrafımızı şimdi çekebilirsin’ dedi. ‘Çünkü Abdürrahim hazırdır.’ Halep’te annemle birlikte bir hafta ya da on gün kaldık. Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a izinli olarak dönen bir çavuşa emanet etti bizi. O çavuşla birlikte yine trenle, İstanbul’a döndük.

Halep’te, Salih Bey’in bahçesinde Mustafa Kemal Paşa ile çekilen fotoğrafım, yıllar sonra Almanya’ya yüksek öğrenim yapmaya gittiğimde, tren istasyonunda kaybettiğim bavulumla birlikte yok olmuştu. Makbule Ablam (Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan) 1956 yılında öldüğünde, bu fotografın kartpostal büyüklüğünde bir kopyası, onun evrakı arasından çıktı.
Gelecek Yazı: Mustafa Kemal Paşa, annesine beklediği haberi getirdi: “Şişli’de bir ev bulduk anne, tam istediğim gibi…”