Abdürrahim Tuncak Anlatıyor – 5

Evde, İneğin Altında İşgalci Subaylardan Gizlenen Çanakkale Hatırası İki Tüfek, Antep’te Kılıç Ali’ye Gitti

Ordudaki rütbesi ne olursa olsun, Mustafa Kemal, evinde her zaman “paşa“ydı. Çanakkale Zaferi’nden sonra gittiği Diyarbakır’da kazanmıştı “paşalık” rütbesini; ama annesinin gönlünde o, harp okulunda öğrenci olduğu yıllardan beri hep “paşa”ydı. 

Çanakkale’den, Akaretler‘deki kiralık evine Mustafa Kemal Paşa, yalnızca “Çanakkale muzafferi” bir kahraman şöhretiyle değil, böbrek sancıları ve ayrıca iki de tüfekle dönmüştü. O iki tüfeği, evde salonun duvarına asmıştı. Hep duvarda asılı dururdu onlar… 

O tüfeklerle ilgili anısını evde bir akşam anneme ve Makbule Abla’ma anlatırken O’nu, ben de, yine her zamanki gibi, yine can kulağıyla dinledim. 

Şöyle anlatmıştı Mustafa Kemal o anısını: 

Zafere ulaştığımız günlerdeydi. Bir gün çadırımda otururken dışarıdan yüksek sesle konuşmalar geldi kulağıma… Bir tartışmadan doğan seslerdi bunlar…

Dışarı çıktım, baktım. Bizim birkaç asker, ortalarına aldıkları iki İngiliz askerle tartışıyorlardı. İngiliz askerlerin elinde birer piyade tüfeği vardı. Beni görünce, tartışmayı durdurdular. Ne olup bittiğini sordum.

‘İki İngiliz esir aldık, komutanım’ dedi bizim askerlerden biri. ‘Ellerindeki tüfeklerini de almak istiyoruz; ama bir türlü vermiyorlar. Biz de zor kullanmak istemiyoruz. İkisi de ‘Komander, komander’ deyip, başka bir şey demiyorlar. ‘Komutan’ demek istiyorlar galiba… İlle de sizin çadırınıza gelip sizi görmek istiyorlar.’ 

İngiliz askerlerin ellerindeki tüfeklere baktım, bizimkilere sordum: 

‘Niçin tüfekli bunlar?’ dedim. ‘Ne biçim esir bunlar, böyle?’

‘Tüfekler boş, komutanım’ dedi askerlerden biri. ‘Gözlerimin önünde fişekleri boşalttılar, attılar. Yoksa onları bu tüfekle çadıra bu kadar yaklaştırmazdık.’

Bizim askerlere, bir de İngiliz askerleri dinlemek istediğimi söyledim. İçlerinden biri, çok az Fransızca biliyordu. ‘Kado, kado’ dedi ve ikisi de tüfeklerini bana uzattılar. Bir kez daha ‘Kado, kado’ dediler. ‘Kado’, Fransızca’da hediye demektir. 

Çok az Fransızca bilen İngiliz asker, güçlükle de olsa, derdini anlattı. ‘Biz ikimiz de tüfeklerimizi size hediye etmek istiyoruz’ dediler. ‘Bunu, bizi esir alan askerlerinize anlatamadık. Buyurun, tüfeklerimizi lütfen bir hatıra olarak kabul edin.’》

Evimizin salonunun duvarında, bir Çanakkale haritası vardı. Hatıra iki tüfek, haritanın altına, çapraz biçimde asılmıştı. Mustafa Kemal Paşa duvardaki tüfekleri eliyle işaret etti:

İşte bu iki tüfek, bana o iki İngiliz esir askerin hediyesidir’ dedi. ‘Aslında bunlar, benim için Çanakkale’nin hatırasıdırlar.’


Şişli’de yeni kiralanan eve taşınırken, hangi eşyayı alıp hangisini bırakacağımızı annem, Mustafa Kemal Paşa’ya soruyordu. Sıra, duvardaki tüfeklere geldi. ‘Bu tüfekleri o eve götürmeyelim, annem’ dedi Mustafa Kemal Paşa, ‘Bunlar burada kalsın.”

Sonra da bunun nedenini açıkladı:

Yeni evimizde birçok temaslar yapacağım. Çok kişi girip çıkacak o eve. Bunların arasında ecnebiler de olabilir. Bu tüfeklerin orada asılı durması, ecnebilere karşı ayıp olur.’

Şişli’deki eve taşındık; ama Akaretler’deki evi bırakmadık. O eve geçici olarak Şakir Çavuş taşındı. Şakir Çavuş’un iki çocuğu vardı. Babalarının evde olmadığı zamanlar çocuklar, duvardaki ‘Çanakkale hatırası’ tüfekleri alırlar, oynarlarmış. Şakir Çavuş bir gün yakalamış bunları ve tüfekleri ellerinden almış. Sonra da çocukların bulamayacağı bir yere, en üst katta, çatıya asmış. Üzerlerine de iki kat çuval örtmüş. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gidişinden bir iki ay sonra Şişli’deki evden çıkıp, yeniden Akaretler’deki evimize taşındığımızda, annem de, Şakir Çavuş da bu tüfekleri unutmuşlardı.


Ben güvercinleri çok severdim. Akaretler’deki sıra evlerde çatıların dışında, 25-30 santim genişliğinde çıkıntılar vardır. Akaretler yokuşunun üst bölümünden bakılınca, yokuşun alt bölümündeki evlerin çatı kenarlarında bu çıkıntılar, bugün bile görülebilir. Güvercinler bu çıkıntılara konarlar, hatta yumurtalarını bırakırlardı. Güvercinleri çok sevdiğim için sık sık çatıya çıkar, onları yakından seyrederdim.

Şişli’deki evden ayrılıp yeniden Akaretler’e döndüğümüzde, güvercinlerime kavuştuğum için çok sevinçliydim. Yine çıkmaya başladım çatıya… Orada bu kez daha ilginç bir olayla karşılaştım. Çatı önündeki çıkıntılarda iki tane güvercin yumurtası vardı. Güvercinlerin, o yumurtaların üstüne oturmalarını birkaç gün uzun uzun seyrettim. Sonra yavrular çıktılar yumurtalardan. O yavruların büyümelerini de gün gün izledim.

Bir gün yine güvercin yavrularını seyretmek için çatıya çıktığımda, çatıda bir çuvalın asılı olduğunu gördüm. Yaklaştım, çuvala baktım. Çuval, duvarda asılı duran başka bir şeyleri örtmek için örtü olarak kullanılmıştı. Kaldırdım, baktım ve… Mustafa Kemal Paşa’nın Çanakkale’den getirdiği hatıra iki tüfeği gördüm. Tüfeklerin orada durması herhalde dikkatimi pek çekmemiş olmalı ki, üzerlerindeki çuvalı yeniden örttüm ve başımı dışarı uzatıp güvercinlerimi seyretmeye devam ettim.


Hani Şakir Çavuş, Beşiktaş muhtarından duyduğu bir haberi anneme getirmiş, ‘Ecnebî askerler evleri aramaya başladılar… Mustafa Kemal Paşa’nın evini de arayacaklar. Evin adresini sordular. Evde silah varsa, ya iyice saklayın ya da başka bir yere götürün…’ deyince, annem de bu haberi hiç önemsemeyip, ‘Evde silah yok ki… Evi isterlerse arasınlar… Bir şey bulamazlar ki…’ demişti ya… İşte o konuşmayı yaparlarken annem de, Şakir Çavuş da, çatıdaki o silahları unutmuşlardı.

Ben hatırlatmıştım onlara çatıdaki Çanakkale hatırası tüfekleri… Ve ondan sonra onları oradan almış, kapıdan girişteki sağ odanın tahtalarından ikisini sökmüş, Şakir Çavuş’un yardımıyla ben o tahtaların altına girmiş ve silahları oraya saklamıştım.

Sonra da Salih Çavuş odayı samanla kaplamış, ineğimiz Bahtiyar’ı da getirip, o odayı sanki ineğimizin ahırı olarak kullanıyormuşuz gibi bir duruma getirmişti.


İnek odada iki gün kalıp, kokusunu odaya iyice sindirdikten sonra Şakir Çavuş, hayvancağızı artık gün ışığına çıkarmak ve biraz da açık havada otlatmak istedi. ‘Akşamları getirir, odasına yerleştiririm’ dedi. ‘Gündüzleri biraz Ihlamur’a çıkarayım, dolaştırayım hayvancağızı…’

Şakir Çavuş birkaç gün sonra soluk soluğa eve geldi:

‘Muhtar bugün beni buldurdu, yeni bir haber verdi’ dedi. ‘Ecnebiler bugün geleceklermiş bizim evi aramaya. Ben şimdi Ihlamur’a gidip, ineği getireceğim. Onlar geldiklerinde inek içeride olsun.’

Şakir Çavuş bunları söyledikten sonra gitti ve ineği alıp, getirdi odaya soktu. Akşama doğru kapımız çalındı. Şakir Çavuş açtı. Ben, onun arkasında duruyordum. Kapıda muhtar, Beşiktaş Karakolu‘ndan bir polis, yanlarında bir İngiliz, bir Fransız ve bir İtalyan subay vardı. Şakir Çavuş kapıyı açıp da, karşısında onları görünce sordu:

Ne istiyorsunuz?’ dedi. İngiliz subay, Türkçe konuşabiliyordu. Sesi sertti. ‘Kim oturuyor bu evde?’ diye sordu. Şakir Çavuş, kendisinden duymaya alışık olmadığımız sertlikte bir sesle yanıtladı onun bu sorusunu:

‘Biliyorsunuz kimin oturduğunu’ dedi. ‘Mustafa Kemal Paşa’nın annesi oturuyor bu evde.’

İngiliz subay, yine sert bir sesle bu kez emir verdi: ‘Söyle gelsin’ dedi. Şakir Çavuş da yine aynı biçimde karşılık verdi. ‘Gelemez’ dedi. ‘Çünkü hastadır. Yukarıda, yatağında yatmaktadır.’

İngiliz subay, Şakir Çavuş’a bu kez, kendisinin kim olduğunu sordu. ‘Ben bu evde oturanların hizmetindeyimdir’ diye karşılık verdi Şakir Çavuş. İngiliz subayın sesi biraz yumuşadı. ‘O halde rahatsız etmeyelim, sadece alt kata bir bakalım’ dedi ve karşısındakinden bir yanıt beklemeden kapıdan içeri girdi. Yanındakiler onu izlediler.

İngiliz subayın elinde bir el feneri vardı. Feneri yaktı, merdivenin altına tuttu, baktı. Sonra Şakir Çavuş’a döndü. ‘Bu koku ne böyle?’ diye sordu. Şakir Çavuş, ineğin olduğu odanın kapısını gösterdi ve ‘İçeride inek var’ dedi. ‘Onun kokusu…’

İngiliz subay ‘ahır’ın kapısını açtı, içeri girmeden, kapıdan baktı. ‘Bu inek ne?’ dedi. ‘Ev içinde bir inek…’

Şakir Çavuş hiç bozmadan karşılık verdi: ‘Doğuracak’ dedi. ‘Doğumu yakın da, ondan içeri aldık… Zaten evin bu alt katını kullanmıyorduk.’

Fransız ve İtalyan subaylar da baktılar ‘ahır’dan içeri. Sonra da hep birlikte, geldikleri gibi gittiler. Evi aramaları bu kadarla bitti.

Bu olaydan birkaç ay sonra, bir gün, Şakir Çavuş eve geldi ve annemle görüştü: ‘Hanımanne’ dedi ‘Bu gece eve bir kişi gelecek… Tüfekleri ona vereceğim.’ Annem, ‘Sen bilirsin’ dedi.

Gece ‘beklenen kişi’ geldiğinde, Şakir Çavuş beni ‘ahır‘a indirdi. ‘Haydi bakalım, Abdürrahim’ dedi. ‘Sana yine iş düştü.’

Kendisi döşemenin tahtalarını kaldırdı. Ben de döşemeden açılan boşluktan girip, tüfekleri sakladığım yerden çıkardım. Şakir Çavuş iki tüfeği de, gece gelen o kişiye verdi. Tüfekleri alan kişi evden çıkıp gecenin karanlığında kayboldu, gitti.

Annem, Şakir Çavuş’a sordu:

‘Bizim evde iki tüfek olduğunu nereden biliyormuş o gelen kişi?’ dedi.

Şakir Çavuş sadece sorulanlara yanıt verdiği için, daha önce sorulmayan bu soruyu ancak o zaman yanıtladı: ‘Kılıç Ali Bey’den geliyordu o adam’ dedi. ‘Tüfekleri o istemiş.’

Annem bu kez, evdeki tüfeklerden Kılıç Ali Bey’in nasıl haberi olabileceğini merak etti, onu sordu: ‘Hem kendisini tanıyan, hem de evde iki tüfek olduğunu bilen bir kişi söylemiştir, herhalde’ dedi. ‘Yoksa nereden bilecek bizim evdeki silahları Kılıç Ali Bey?.. O taa, Antep’te şimdi…’

Annem, Şakir Çavuş’un sözlerinden onun ne demek istediğini anlamıştı. Daha fazla soru sormadı ona.

Aylar sonra Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa’yla buluşup, yine birlikte olabildiğimizde, annem evde olup bitenleri anlatıyordu.

Konu benim yaramazlıklarıma geldiğinde annem, Şişli’deki evin o dik trabzanlarından gizli gizli kaydığımı, kendisinin de bunu duyunca bana çok kızdığını gülerek, tatlı tatlı anlatırken birden tüfekler geldi aklına: ‘Paşa, senin bu Abdürrahim Şakir’le işbirliği yaptı, senin Çanakkale hatırası tüfeklerini verdi’ dedi.

Mustafa Kemal Paşa, bana gülümseyerek baktı: ‘Aferin, iyi yapmışsın’ dedi. Sonra anneme döndü: ‘Haberim var, anne’ dedi. ‘Ben istettim o tüfekleri… Antep cephesinde, Kılıç Ali’ye lazımdı…’


Gelecek Yazı: Cevat Abbas Bey, elindeki telgrafı anneme gösterdi: Mustafa Kemal sizi de, Abdürrahim’i de Halep’e getirmemi emrediyor.