Ruşen Eşref Ünaydın: Diyorlar ki
Röportaj türünün Türk yazınındaki gelişme çizgisinde ayrıcalıklı yeri olan “Diyorlar ki” kitabında, dönemin yazarlarının kişisel özelliklerine, davranış biçimlerine, günlük yaşamlarına önemli tanıklık getirilir.
“Halkın acılarına katılan, gereksinmelerini duyan, beklentilerine biçim veren edebiyat…” H. S. Tanrıöver
Büyük Yapıtlarımız/Yazan: Konur Ertop
Göğsünde Çanakkale’de kazandığı “çifte kılıçlı altın imtiyaz madalyası” parıldayan fotografına, 1918’in karanlık günlerinde Tümgeneral Mustafa Kemal Paşa’nın, el yazısıyla yazdığı satırlar, uzun uzun yazar Ruşen Eşref’e seslenir. “Anafartalar kahramanı”nın bu sözlerinde, Türkiye’nin sürüklendiği yıkımdan kurtulacağına inancını, geleceğe umudunu buluruz:
“Her şeye karşın, dosdoğru bir ışığa doğru yürümekteyiz. Bende bu inancı yaşatan güç, yalnız değerli ülkeme ve ulusuma sınırsız sevgim değil bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde yalnızca yurt ve gerçek sevgisiyle ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdür.”
Ruşen Eşref (Ünaydın), “Yeni Mecmua”nın 18 Mart 1915 zaferinin 3’üncü yıldönümünde çıkacak “Çanakkale özel sayısı” için bu savaşta çarpışan kahramanlarla uzun konuşmalar yapmıştı. Konuşmaların en ayrıntılı olanı “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat” başlığını taşıyordu. Sonraları bir küçük kitap biçiminde ayrıca yayımlanacak bu konuşma, cephede olup bitenleri, savaşın aşamalarını kendi sözleriyle aktardığı Mustafa Kemal Paşa’nın Beşiktaş’ta Akaretler’de 76 numaralı kiralık evi, odasını, okuduğu kitapları da anlatarak günlük yaşamını, kişilik çizgilerini canlandırmış oluyordu.
O sıralarda “Vakit” gazetesinde dönemin ünlü edebiyatçılarıyla yaptığı konuşmalar (röportajlar) Ruşen Eşref’e büyük ün kazandırmıştı. Nitekim Mustafa Kemal Paşa da kendisiyle yapacağı Çanakkale Savaşı görüşmesinden önce Şişli’de ortak tanıdıkları Dr. Rasim Ferit’in (Talay) evinde bir akşam yemeğinde karşılaştıklarında bu edebiyat konuşmalarını okuduğunu söylemiştir.
Ruşen Eşref (Ünaydın), Galatasaray Lisesi’nden sonra, Edebiyat Fakültesi’ni bitirmiş, İstanbul’da kendi okulu Galatasaray’ın yanısıra daha başka okullarda da edebiyat, Fransızca dersleri vermeye başlamıştı. Kısa bir süre sonra edebiyat dünyasında büyük ün kazanacak romancı Reşat Nuri (Güntekin), teyzesinin oğluydu; lisede de Tevfik Fikret’in öğrencisi olması edebiyat yapıtlarına, edebiyatçılara yakın ilgi duymasına yol açmıştı. Bir yazısında Nurullah Ataç’ın Çanakkale’de şehit olan ağabeyi Refik’le birlikte öğretmenleri Tevfik Fikret’in evine görüşmeye gittiklerini anlatır. Bu edebiyat söyleşilerinde Fikret kendi şiirlerinden birçoğunu nasıl yazdığını, hangi olaylardan etkilendiğini anlatıyordu. Yürekten bağlandığı öğretmeninin verdiği bu bilgilerle bir gün Tevfik Fikret’in ünlü “La Dans Serpantine” şiirinin esin kaynağını açıklayan yazısını kaleme aldı. Şiirin esin kaynağı, ozanın bir ramazan gecesi arkadaşlarıyla birlikte izlediği bir canbaz gösterisiydi. Bu yazı Tevfik Fikret’in aracılığıyla “Serveti Fünun” dergisinde yayımlandı. Arkasından genç edebiyat tutkununun başka ünlülerle başka edebiyat söyleşileri sökün etti. Kısa süre sonra dönemin çok okunan gazetelerinden “Vakit”te çıkmaya başlayan söyleşiler, 1918 yılında “Diyorlar ki” adlı kitapta biraraya geldi.
Bu dönemde, “Milli Edebiyat” adı verilen akımın temsilcileri, duru Türkçe ile, halkın yaşamını, toplumsal gerçekleri konu edinen başarılı yapıtlar vermeye başlamıştı.
Şiirde artık İran şiirinden esinlenerek yedi yüzyıl kullanılmasına karşılık yabancılığını yitirmemiş aruz vezni yerine Türk halk şiirine biçim veren hece vezni yaygınlaşıyordu. Ancak Batı edebiyatından roman, öykü, tiyatro gibi yeni türler alan, özgürlük, eşitlik gibi yeni düşünceleri dile getiren, geniş okur topluluğuna seslenmeyi amaçlayan Tanzimat Edebiyatı’nın temsilcilerinden de o yıllarda yaşamını sürdürenler vardı. Daha yakın yılların ürünü, öz yerine biçime önem vermiş, halk çocukluğu yerine aydın azınlığa seslenen Serveti Fünun Edebiyatı, eskiler denli yenilerden de eleştiriler almaktaydı. Tüm bu akımların temsilcilerinin görüşleri, yeni yazarların onlarla ilgili değerlendirmeleri “Diyorlar ki”ye, benzersiz bir kaynak kitap niteliği kazandırır.
Tanzimat dönemi yazarlarının da sonraki yarım yüzyılın temsilcilerinin de ardında, yedi yüzyıllık Osmanlı edebiyatı, artık yaşam kaynağından kopmuş görünen Divan şiiri bulunmaktadır. Bu şiirin yaşama gücü, yeni edebiyatı besleyip besleyemeyeceği de Ruşen Eşref’in soruşturduğu konular arasında yer almıştır.
Röportaj türünün Türk yazınındaki gelişme çizgisinde ayrıcalıklı yeri olan “Diyorlar ki” kitabında, dönemin yazarlarının kişisel özelliklerine, davranış biçimlerine, günlük yaşamlarına önemli tanıklık getirilir. Yazarın ilerki yıllarda kendi yapıtıyla ilgili açıklamaları, bu konuşmaların ereğini, özelliğini birçok yönden aydınlatmıştır:
“Konuşma yapma, kaydetme değildir. Yoksa kaydın en iyisini meclislerdeki, mahkemelerdeki tutanak yazıcıları yapar. Bir konuşmayı, renklerini, niteliklerini belirterek canlandırmak için konuyla ilgi, konuşanın kişiliğini biliş, eserini tanıyış, görüş biçimini kavrayış, konuşma biçimindeki özelliği seziş gibi adeta bir ressamın üstünlükleri diyebileceğim birtakım canlandırma yeteneği biraraya getirilmezse, konuşmacılığın ne demek olduğunu denememişlerce başkaları ağzından ziyafet çekme hükmüne bağlanıverecek derecede basit görünür de sanılan başarılı sonuç elde edilemez. (…) Şunu bilmeli ki bir konuşma, aşağı yukarı bir portredir. Konuşmacı, yalnızca kuru kayıtçı değil, konuşma denilen asıl kayıt malzemesini, modelin ruh çizgileri, duruş ayrılıkları, söyleyiş özellikleri ile kavratacak bir biçimde kullanıp bezeyerek okurların gözleri önüne koyan bir portrecidir… Dikkat edilirse ‘Diyorlar ki’ de bu gözükür. Hiçbir görüşme ve hiçbir konuşma biçimi ötekine benzemez.”
“Diyorlar ki” yazarı, konuştuğu edebiyatçıları doğal çevreleri içinde canlandırıp beğenileri, alışkanlıkları, yaşama biçimleriyle yakından tanır. Örneğin, Fransız simgecilerine, Japon çay seremonisine tutkun Ahmet Haşim’in evinde gördüklerini anlatırken, ozanın yaşam öyküsünden çizgiler, esin kaynakları, beğenisi dile gelir:
“‘Göl Saatleri’ şairini, sakin bir evin arka bahçesine bakan sessiz bir odasında gördüm. Bu sade odaya, koyu kırmızı perdelerle örtülü pencerelerden tatlı sabah ışıkları, uysal gölgeler dolduruyordu. Küçük raflarda birçok kitap vardı. Hemen hepsi de ‘Mercure de France’ yayınlarından… Yeşil masa üzerinde Rus semaveri kaynıyordu. Yedi sekiz yıl önce şiirimizde akıcı dünya üzerine altın kapılar açan Ahmet Haşim Bey, Çanakkale’deki askerlik yaşamını, Anafartalar denizlerinin üzerinde kırmızı günbatımlarını, karşısındakine zevk veren bir dille resmetti. Odayı çaydanlığının ince emziğinden hafif dumanlarla üfürdüğü nefis bir çay kokusu bürümüştü…”
Ahırkapı’daki eski köşkün kitaplığında elyazması kitaplara gömülmüş, çalışkan, atak edebiyat tarihçisi Fuat Köprülü’yü şöyle canlandırır:
“Köprülüzade Mehmet Fuat Bey, edebiyatımızın bu atmacası, yuvasını iki burç ile üç surun arasına kurmuş. (…) İki yanımdaki maroken koltuklar, biraz başımı çevirince gözüme çarpan yüksek, petrol yeşili soba, iki kanadının orta yerinden sarkan bakır derviş keşkülü ile fildişi, sedefli Japon paravanası, sonra iri dolaplar, Namık Kemal ile İbsen, raflar üstünde eski tallik yazısı levheleqarının dayalı durduğu küçük küçük lambalar, heykeller, sedef rahleler, antika kaplı enamlar ve en sonra da döner dolaplarda, masa altlarında, raf üstlerinde, pencere kenarlarında sayısız kitaplar, edebiyata, eleştiriye doğubilime, toplumbilime, felsefeye ilişkin kalın kalın ciltler… (…) Fuat Bey’de kitap merakı olağanüstü… Kendisi girinceye kadar kurcaladığım raflarda üç yüzyıl önce Hollanda’da basılma Fransızca Doğu’ya yolculuk kitaplarıyla, Osmanlı tarihleriyle karşılaştım. O eski elyazması enamlar, ta İkinci Beyazıt döneminden kalma divanlar, yaprağına dokundukça kireç kırıntıları gibi dökülecek diye korkulan eski kağıtlar üstünde parıltısını daha uçurmamış o kırmızı sülüsler, onlar da başka…”
Refik Halit’i anlatan sayfalar, sürgünden yeni dönmüş yazarı, daha açılıp yerleştirilememiş ev eşyası arasında gösterir:
“Sokak içinde döşeli olarak kiraladıkları küçük eve başlarını sokmuş, denklerine sarılı seccadeleri yerlere, bohçalarından çıkan Hint ipeği örtüleri kerevetlere yaymış, genç, sakin, alçakgönüllü bir İstanbul ailesinin taşra dönüşü, Başkent’e yeni gelişindeki durumu! Bulunduğunuz az döşeli, çok ışıklı odada işte bu duygu beni daha çok etkiliyor. Bu odanın havasında, elli günlük bir çocuğun daha ne hıçkırık ne de yaygara olabilmiş mini minicik ağlayışlarıyla hafif bir çörekotu kokusu zaman zaman uçuşuyordu.”
Namık Kemal’in Divan şiirine yönelttiği sert eleştiri, daha sonraki kuşakları derinden etkilemiştir. “Diyorlar ki”de Ruşen Eşref’in görüştüğü Hüseyin Cahit (Yalçın), “Eski edebiyata hiç borcum yoktur. Fransa edebiyatına, bizim edebiyatımızdan herhalde kat kat daha çok borçluyum” diye konuşur. Refik Halit’in değerlendirmesi de farksızdır:
“Bunların bana verdikleri zevk hiçbir zaman Fransızlar’ın klasik yapıtlarının verdiği zevke denk olmamıştır.”
Halit Ziya (Uşaklıgil), eski edebiyatta düzyazının yokluğundan, abartmalı sanat düşkünlüğünden yakınır. Rıza Tevfik (Bölükbaşı), “Anlaşılıyor ki ‘Sanat tabiattan uzaklaşmamalıdır’ ihtarına hiç kulak vermemişler veyahut böyle bir şeyi bilmiyorlarmış” der.
Fuat Köprülü bu edebiyatı değerlendirirken, “Yaşamla ilişkisi yoktur. Bütün bütüne soyut bir düşünce ürünüdür. (…) Bütün şairlerin güzellik hakkındaki anlayışlarına bakınız. Sevdikleri nasıldır? Göreceksiniz ki hepsi birbirinin aynıdır, hepsi aynı güzeli seviyor. Bütün bunların sebebi ise halktan bir şey almamasıdır.”
“Diyorlar ki” yazarı, Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında edebiyat çevresinin en ünlü üyeleriyle görüşmüş, onların kişiliklerini, düşüncelerini ayrıntılı biçimde sergilemiştir. Kendisiyle konuşmadığı bir kişiyi ise pek çok edebiyatçı konu edinmiş, övmüş, şiirlerinin, düşüncelerinin önemini dile getirmiştir. Bu edebiyatçı Yahya Kemal’dir (Bayatlı). Halide Edip, ondan, “En büyük Türkçe şiiri yazacak diye beklediğimiz ve yazmasını özlediğimiz adam” diye söz eder.
1918 yılındaki görüşlerini Ruşen Eşref’in yapıtından öğrendiğimiz edebiyatçılar, gelecekteki Türk edebiyatıyla ilgili öngörülerini de dile getirirler. Bu bağlamda örneğin Hamdullah Suphi’nin sözünü ettiği değerlerin, zaman içinde Cumhuriyet dönemi edebiyatına damgasını vurduğu görülecektir:
“Halkın acılarına katılan, gereksinimlerini duyan, beklentilerine biçim veren edebiyat…”
“Diyorlar ki”, Türk edebiyatında daha önce örneği görülmeyen edebiyat röportajının yetkin bir örneğidir. Bilgi birikimine dayanan, özenli, dikkatli bir çalışmadır. Geniş bir zaman dilimine ilginç değerlendirmeler getirmiştir. Ruşen Eşref Ünaydın’ın yapıtının izinde söz gelimi “Bugün de Diyorlar ki” (Hikmet Feridun Es) gibi yapıtlar düzenlenmiş, ancak Ünaydın’ın kitabı, sonraki yıllarda da kolay kolay aşılamamıştır.